ŞEMS'İN ÖLÜMÜ (1248)
Mevlana, Şems ve Kimya Hatunu evlendirdikten sonra holün sofasında onlara bir yer ayırttı. Mevlana'nın küçük oğlu Alaeddin ise her gün o holün sofasından geçerek anne ve babasının hal hatırını sormaya giderdi.
Bu durum dervişler dervişi Şems'i be huzur etti;
Kendisinin ve Kimya Hatun'un bulunduğu sofadan geçmemesi için, ince nüansla Alaeddin'i uyardı.
Şems'in bu uyarısı Alaeddin'i evvelinden olduğundan daha büyük kine sürüklemiş, Şems'e karşı olan fettan-i bir grupla hemhal etmişti.
Bu fettan gurup, Şems'i Mevla'dan uzaklaştırmak için başvurdukları iftiralardan öylesine hemdert olmuş ve öylesine ceriha almıştı ki Şems;in yüreği...
Şems Sultan Veled'e;
'Bu sefer izimi hiçbir yaratığın bulamayacağı şekilde kaybolacağım. Bilinsin' dedi.
İçi yandı ki ne yandı.
Bin türlü töhmet ki en ağırından, en rüsvasından, böyle değerli zatlara yakıştırılacak şeylermiydiki bunlar?
Ama yakıştırıyorlardı işte, hem yakıştırıyorlar, hem de yapıştırıyorlardı;
Ama olsun varsındı, onlar ki bir sınav, her sınav ise onlar için bir geçişti.
Onlar ki dünkü tarihe yazılış, bugünkü tarihe varıştı.
Onlar ki kanatsız uçuş, onlar ki ateşsiz aşka yanıştı, onlar ki Arş-ı Alaya çıkış, okyanusun en dibine dalıştı, .
Kim ne derse desin di.
Söyleyen diller acep şimdi nice ola? Nice af dileye?
Mevlana'nın asi oğlu Alaeddin ve o gözü dönmüş haris'i fettan grup, akşam Şems'i evinden dışarı çağırdılar.
Bıçaklarla üzerine saldırıp onu kan revan içinde kuyuya attılar. ( 1247-1248)
Kuyunun içindeki su 'Sus'tu...
Şems öylesine feryat ile 'Allaaah' dedi ki, Mevlana bu sesi yüreğinin kuyusunda duydu.
Acep ne ola ki, bu sesin sahibi de kim ola ki?
Mevlana'nın duyduğu ses, dışarıdan değil de, kendi içinin derin kuyularından geliyordu.
Sanki asrik bir çam devrilmişti, yürek ülkesinden onun.
Öyle bir devrildi ki, enkazında bıraktı ruhunu Mevlana'nın.
Oysa giden hiç acı çekmeden gitmişti, asıl acıyı şirretlere miras bırakarak.
Ölüm bir kirpik gibi düşmüştü gözlerine Şems'in, hafif ve sırat.
İşte o bu kadar 'Ses'siz ve 'Sır' gibi düşmüştü ölüme.
Neden büyük bir gürültü koptu ki Konevi'de? Neden?
Ah evi yıkılasıca ölüm ah!
Dervişlerin bile belini büken ölüm;
Sen değilsin korkutan, bu tarafta ayrılık ve Hakk divanda ise ameldir.
Mevlana deli divane gibi kendi yürek ülkesine döndü;
Karanlık bir kuyu var yüreğinde onun, az yaklaştı, az daha;
Başını eğip içindeki kuyuya baktı, kuyunun içinde su yok ama kan kokusu var, üstelik can kokusu bu.
'Şeeeems' diye bağırdı 'Şeeeems!'
Bu kez döndü dış dünyasına, dış dünyasında bir matem havası!
Yüreğinde Şems paresine şakıyan kuşların sesi yok.
Bütün huriler ve melekler suskun, bir hüzün var duruşlarında.
Mevlana'nın büyük oğlu Sultan Veled bu acı olayın tüm emarelerinin realitesini öğreniverdi ancak babasının çok üzüleceğini bildiği için ona ve herkese Şems'in Konya'dan ayrıldığını, tekrar gidip onu bulup getireceğini söyledi.
Bir taraftan da Şems'in cesedini kuyudan çıkarıp bahçeye gömdü. Gizli saklı.
Bu sır Sultan Veled ve bir iki has arkadaşı arasında sır olarak kalacaktı bittabi.
Medreseye koştu Mevlana;
'Şeeems' diye bağırdı 'Şeeems!'
Şems'in yerinde efil efil rüzgârlar esiyordu. Şems yoktu.
İç dünyasına sorsa görecek onu kendi dipsiz kuyusunda ama cesareti yok Mevlana'nın.
Sultan Veled'in evine koştu;
Babası Bahaeddin Veled'in ismiyle hitap ettiği oğlu Sultan Veled'e;
'Bahaeddin ne uymuşsun kalk kalk şeyhini ara.
Yine burnumun onun güzel kokularından mahrum olduğunu görüyorum' dedi Mevlana.
Korkunun rengi siyah, siyahın saklandığı yer gece, gecenin baş verdiği kuyu, Şems-i Tebrizi'nin kuyusuydu.
Ah yok mu o kuyu?
Bir matem havası çöktü Mevlana'nın üstüne, burnunda ölümün kokusu.
Ne de acıydı ölümün kokusu; genzini sızlattı Mevlana'nın.
Acep bu da ne ola ki?
Yakınlarda kim öle ki, kokusu Mevlana'nın avlusunu sarada genzini sızlata?
Oysa daha kimse ölmemişti ki.
Ölümün kokusu dünden duyulur elbet, hem rengi de soluktur, atar kendini benize.
Oysa herkesin rengi nar çiçeği gibi yerindeydi...
Bir huzursuzluk var Mevlana'da, bir daralma.
Azrail'in ayak sesleri yürek ülkesinin değil, dış avlusunda geliyordu!
Zorla davet edilmiş sanki.
Azrail'in eli kolu bağlı!
Kuyu kefene bezenmiş, kefen kuyuya.
Meleklerde bir telaş bir telaş, kazanlarda su kaynatmakta...
Acep kim öle ki suyunu melekler kaynata? Zar büyük bir zat?
Gece ürkek şahit, gözlerini kapamış, yıldızlar avuç ovuşturup durmada.
Kuyu harisleşmiş!
Yusuf kuyuda beklemekte, bir tek Yusuf!
Kabil'in nefsle öldürdüğü Habil yıkadı Şems'i ve yine kardeşlerinin nefsle kuyuya attıkları Yusuf kefenledi onu.
Şems Mevlana'yı görmeden âşık olmuş görmeden yoluna başını vermiş gelmişti ya,
Şimdi ise başını verip gitmişti işte.
Şems'in gitmesi gerekiyordu ki, Mevlana sadece kendi nuruyla ve gözleriyle görsündü.
İki beden bir ruhtan çıksın da, tek olsundu.
Şems'in Konya'daki türbesine gelince, o küçük mütevazı adeta giz bir yerdir.
Mevlana derdi ki 'En güzel türbe gök kubbedir'
İşte Şems'in türbesi de sade, sıradan, gizli ve saklı!
Şems'in ölümü o ki bir sırdı, sır olarak da kalsın.
Burada ne kurgulamak doğrudur, ne de tahmin yürütmek!
Bu böyle bir 'Sır'dı böyle de kalsın, zira böylesi daha güzel.
O ne virgülde kaldı, ne noktada!
O virgülü çok ama noktası olmayan uçsuz bucaksız bir aşk cümlesiydi ve
leylak havzası kadar gizem âleminin rayihasıydı 'Sır'rı Şems.
Toplanan kaynakların hepsinde başka bir renk, başka bir ahenk!
Ne olursa olsun, ağaç Mevlana'ya, Şems ya.
Ağacın dalı budağı aynı almasa da, o kelimelerin sırrı bugüne kadar kök salmış ya.
Nereden gelmiş? Nereliymiş? Ne olmuş? Ölmüş mü? Uçmuş mu? Gitmiş mi? Neyse ne;
Bugüne kadar hâlâ yaşıyorlar ya.
Velev ki öldürüldü; öldüren onu değil kendini öldürdü.
Veliler ölür mü ki?
Velev ki kuyuya düştü; aşk kuyuya düştü mü boğulmaz sihri, suyla buluşur sadece.
Bilinmez ki aşkın hasreti suyadır, suyun gözyaşı ise aşka.
Onu kuyuya düşüren, düşer kendi kazdığı kuyusuna;
Ondandır ki 'Kuyuyu eşen kendisi düşer' demişlerdir.
Yağmur buluttan toprağa rahmetle yağar; zira toprak aşktır suya, toprak Leyla'dır, su ise toprağa Mecnun.
Toprak anadır, yağmur ise baba; toprakla yağmur Aşuk ile Maşuk gibidir.
Yağmur toprağa ağlar, yürek ise gözlere.
Siz hiç duydunuz mu ateşle suyun 'Cız' sesini?
Su ateşe düştümü o sesi duyarsın ancak ateş yüreğe düştümü onu bir tek sen duyarsın...
O 'Cız' aşka düştü, aşk ise bize, biz ise aşka.
Şems Mevlana'nın içinde öten aşkın kanadında uçtu.
Ne şekil göçtüyse göçtü ya? Şehit oldu.
İster bir gece yarısı çekip gitsin, ister kuyuya düşsün, Şems bu âlemi terk edip gitti.
Şems'in ölüm sırrı Sultan Veled ve birkaç has müridi arasında kaldı ancak Mevlana'nın vefatından sonra Eflaki'ye söylenmiş (kimin söylediği sır olarak kalmış tabii) o da bunu eserine kaydederek günümüze haber etmiştir.
Dilek EJDER tüm kaynakları bir araya getirip mantığın izinden baktığın da Şems'in kuyuya atılmışlığı fikrindedir, eminindedir.
Şems kuyuda, Yusuf kuyuda...
Engelli Ağar ve resam Ağar'da kuyuda...
'Büyü Aşk & Sırr-ı Alem' Romanımdan.
Engelli Ağar ve Ressam Ağar'ı sıır'ını çözmüş olsanız, dünyanın lisanını da çözmüş olursunuz...
DİLEK EJDER
Dilek EJDER kimdir?
ARAŞTIRMACI YAZAR, AFORİZMACI, BESTECİ VE ŞAİR; Zemherinin Kardeleni Sarıkamış'ta doğdu Ejderin Kızı; O tam bir sentez avcısı olduğu için Türkiye'nin hemen hemen her tarafını kaçış karış gezdi ve gördüğü tüm memleket tablolarını yüreğinin duvarlarına astı ve belleğine kazıdı. Altmışa yakın yazar ve şairler derneğine üye olup, birkaç yazar ve şair derneklerinin yöneticiliğini de yapan yazar çeşitli faaliyetlerde ve sosyal aktiviteler de hep başarı göstermeye çalıştı. Uluslararası analiz yolculuğu ise Amerika, Almanya, Dubai, Fransa gibi yerlerde soluk almıştır. 5 yaşında kalemiyle tanışan yazar, sonradan yazar olmak için değil, edebiyatın mutfağından geldiği için pişirmiştir kendisini. Sadece Kral değil ona göre bütün halk çıplaktır bazen ve Krala çıplak olduğunu haykıran o çocuk gibidir her daim. Eserleri; Zemherinin Kardeleni Sarıkamış. Şehitlerin Ölmedi ki Türkiyem. Töre Esaretinde Aşk. Doğuda Kız Türkiye de Kadın Olmak. Ah Gülizar. Vee Büyü Aşk Ve Sırr-ı Alem..