Yaşasın Anadolu Birleşik Devletleri


Bu makale 2024-10-24 12:18:14 eklenmiş ve 617 kez görüntülenmiştir.
Azad Arifoglu

Yaşasın Anadolu Birleşik Devletleri

 

Azad Arifoğlu

 

6 Şubat depreminin etkilerini, yaşanan acıları, sıkıntıları, devletin acziyetini, toprakla eşitlenen kocaman yapıların sorumlularının rahatlığını, adaletin var olmadığı, hukuk sisteminin işlemediği, bürokrasinin yetersiz kaldığı, insanların çaresizliğiyle baş başa bırakıldığı felaketin büyüklüğünü ne çabuk unuttuk. Her defasında geride derin izler bırakan ağır yıkımlardan ders almamız gerekirken neden yalnızca palyatif çözümlerle yaşanan travmaların etkisini azaltmaya çalışıp bir sonraki felakete dek dondurucuya kaldırıyoruz.

 

Maraş, Hatay, Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Antep, Kilis, Adana, Malatya ve Elazığ depremde en fazla hasar ve kaybın olduğu kentler. Yani esasında kardeş şehirler, iç içe geçmiş aileler, dilleri ayrı olsa da sessizlikte bile anlaşan, ortak acıları paylaşan, çare olamadığında ise kahrolan insanların varolduğu şehirler.

 

Depremin ardından o insanlar sokağa çıkıp yürüdüklerinde felaketin ayrım yapmadığını ve kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olamadıkları için bu durumun daha da katlanarak büyüdüğünü görüyorlar.

 

Oysa buradan alacağımız ders çok basit; eğer boynumuza geçirilen ipi tutup parçalamak yerine yalnızca uzun ya da kısalığı veya ipi tutanın el değiştirmesi için mücadele ediyorsak o zaman kendi aptallığımızın cezasını çekerken şikayet de etmemeliyiz.

 

Depremden bir yıl sonra yerel seçimlere gitti Türkiye. AKP’nin iktidara geldiği seçimden bugüne dik yapılan seçimlerin sonuçlarını analiz ettiğimizde; DEM partisiyle “Kent Uzlaşısı” adıyla ittifak yaparak girdiği ve birinci olduğu son seçimi saymazsak, CHP’nin sahil şeritlerine sıkışmasına şaşırmamak lazım.

 

İktidar ile muhalefetin kaleleri olarak görülen şehirlerdeki insan çeşitliliği, sınıfsal, etnik, dini farklılıklar bize çok şey anlatıyor.

 

Ülkenin batı ve güneyindeki sahil kentlerinde oturanlar ile iç ve özellikle doğu-güneydoğuda yaşayanlar arasında kolay kolay kapanmayacak dev bir ekonomik gelir uçurumu var. Bu nedenden ötürü yazın o cehennem sıcağında sahil kentlerinde yaşayan veya oralı olupta tatil için gelenler ile Anadolu’nun doğu tarafındakilerin yaşam kalitesindeki fark gittikçe açılıyor.

 

Bizler esasında Anadolu halkları olarak tarihteki Antik Anadolu halklarının çocuklarıyız. Kürtler, Türkler, Araplar, Süryaniler, Çerkezler, Gürcüler, Ermeniler, Romanlar, Rumlar, geçmişteki Likyalılar, Hititler, Luviler, Palalar’ın soyundan gelmiyor mu?

 

Neden düşman olduk, bizi böyle ayıran şey neydi? Eğer kardeşsek, meydanlarda “Yaşasın Halkların Kardeşliği” gibi altı doldurulmayan boş bir slogan atıpta bunun gereğini neden yerine getirmiyoruz. Eylem sona erip herkes evine çekildiğinde, neden bazılarımız eğlenirken diğerlerimiz ağlıyor? Komşusunun ağlamalarına, gözyaşlarına sessiz kalan, duyarsız kalan kardeş olabilir mi? Bir evde matem varken yan komşumuzda eğlence oluyorsa bu nasıl kardeşlik?

 

Anadolu’muzda, çilekeş, fedakar, vefakâr analarımızın bedenleri, emekleri üzerine kurulu bu coğrafyada bizi bize düşman eden şey neydi, neyi paylaşamadık. Yarın belki de altında olacağımız, üzerinde çocuklarımızın oyunlar oynayacağı bir avuç kara toprak parçasını mı paylaşamadık? Ki biz tarihi geçmişimizdeki gibi aynı ekmeği, suyu paylaşan, varlığını yokluğa mahkum edilenlerden esirgemeyen, gözündeki yaşları, yüzündeki hüznü, acıyı görüpte içi sızlayan komşu kardeş halklar olarak neyimiz eksikti veya neyimiz fazlaydı da böylesine birbirimizin kanını alma yeminleri edecek kadar zalimleştik.

 

Bizim bir tarihi geçmişimiz, birlikte andığımız anılarımız, ortak duygularımız, hislerimiz var. Evimizi, çocuklarımızı, bir yolculuğa çıktığımızda yanı başımızdaki komşumuza emanet ederiz.

 

Oysa şimdi Anadolu’nun batı tarafı eğlenirken, doğu tarafı ağlıyorsa bu nasıl bir kardeşlik anlayışı. Cehennem ateşinin üzerinde aynı kaderi paylaşırken bile ayrımcılıktan, ötekileştirmekten bahsediyoruz. Doğudaki yangınlarla batıdaki orman yangınlarını ayrıştıran anlayış neyin azabı.

 

Birlikte yeni bir dünya yaratmaktan benzersiz kentler inşaa etmekten bizi alıkoyan ne? Bugün Türkiye’de bir anket yapılsa gençlerin yüzde 80-90’ı Avrupa’da yaşamak istediklerini söyleyeceklerdir. Özellikle gençler bir şekilde kendini Avrupa ülkelerinden birine atıp, yırtmanın hesabını yapıyor. Kaç kişi bencilliğini törpüleyip içine düştüğümüz bu bataklıktan beraber çıkmanın yolunu arıyor ki.

 

Neden Avrupa, çünkü kişi başına düşen milli gelirde zirvede hep o ülkeler var. Dünyadaki en mutlu ülkeler sıralamasında Kuzey Avrupa ülkeleri zirveden hiç inmiyor. Türkiye’de asgari ücretle çalışan bir işçi herhangi bir Avrupa ülkesindeki bir işçinin yıllık kazancına sahip olmak için en az beş kat fazla çalışmak zorunda kalıyor.

 

Türkiye’de laik, seküler kesimin yüzü Avrupa’ya dönük olsa da Ortadoğu zihniyetiyle hareket ediyorlar. Eğer Avrupa ile bütünleşmek, batının ilmini, bilimini, gelişim seviyesini, demokrasi, adalet ve eşitliğini hedef olarak gösteriyorsanız o zaman bunun gereklerini de yerine getirmeniz gerekir.

 

Böylesine büyük bir deprem felaketinin ardından ümidi yeniden nasıl yeşertebilirizin peşine düşmek gerekiyor. Eğer bir yaratıcı varsa belki de bizi birbirimize yakınlaştırmak için böyle bir deprem felaketiyle kulağımıza sevginin, kardeşliğin, vicdanın anavatanı üzerinde yaşadığımızı bize hatırlatmak istemiş olamaz mı?

 

Dışarıda kardeşlik edebiyatından bahsedipte evine gidip uyuyanlara sormak lazım; nasıl rahat ediyorsunuz? Geceleri sizi uyutmaması gereken bu felaket karşısında neden böylesine duyarsız kalıyorsunuz?

 

Evlerimiz, yuvalarımız yıkıldı. Evimizin içindeki neşe, mutluluk çığlıkları yerini hüzün, acı, gözyaşı sesine bırakıyorsa nasıl böyle sessizce ellerimizi göğsümüzde kavuşturup oturabiliyoruz.

 

Neden sabah komşumuzun kapısını çalıp, “hadi gel kardeşim birbirimize destek olup ortak geçmişimiz üzerinden geleceğimizi inşa edelim” demiyoruz.

 

Yardımlaşan, düşeni kaldıran, acı geçmişimizi anlattığımız, içimizi döktüğümüz, çare aradığımız, destek istediğimiz, bazen günahlarımızı da itiraf ettiğimiz, sevinçlerimizi paylaştığımız kardeşimizden neden yardımımızı esirgiyoruz. Bu kadar mı insafsızlaştık, bu kadar mı insanlığımızdan ödünler verdik.

 

Birlikte ortak bir vatanı inşaa edelim. Bizi biz yapan değerlerimizi, geleneklerimizi, erdemlerimizi, insanlığımızı yeniden hatırlayıp dünya halklarına aydınlığın, ışığın, güneşin peşinden giden Nuh’un gemisindeki canlılar gibi çoğalarak büyüyen bir neslin tohumlarını toprağa ekelim.

 

Erdoğan’a eklemlemek yerine alternatif bir yaşamın, sosyal hayatın temellerini atalım.

 

Böylelikle yalnızca bir ırk değil, insanlık mutlu olur. “Ne Mutlu Irkımız” değil, ne mutlu insanlığımız olur sloganımız.

 

Ağaçlarımız yanarken, doğada yaşamını sürdüren tüm canlılar hatta kapımızın önündeki köpek ve kedilerimiz bile öldürülürken, çocuklarımız kaybedilip, savaşlara gönderilip geri gelmezken, her sesi çıkan, itiraz eden içeri tıkılırken, bir tarafımız açlıkla boğuşup diğer tarafımız varlık içinde yaşarken nasıl hiç bir şey olmamış gibi yatağımıza gidip uyuyabiliyoruz. Nedir bizi böylesine kaygısız, hissiz, duygusuz bir şekilde uyutan kutsal şey. Neyi doğru yaptık ki, gördüğümüz, bildiğimiz, öğrendiğimiz yanlışlar için birilerini suçlama şerefine nail oluyoruz.

 

 

 

Bizi düştüğümüz bu kimsesizlikten, çürümüşlükten, yobazlıktan, nefretten ancak yine içimizde hala varlığını sürdüren insanlığınız kurtaracak.

 

Kimseye ihtiyacımız yok, daha doğrusu bize nefreti, öfkeyi, ayrışmayı, düşmanlığı telkin eden yabancılara minnet edecek kadar çürümüş bir kalbimiz yok. Biz hala o eski, komşusunun evi yanarken rahatça evinde oturmayıp, yardımına koşan atalarımızın çocuklarıyız. Değişmedik biz hala içimizde bir yerlerde kaybetmediğimiz, yüreğimizde sakladığımız bir vicdana sahibiz.

 

Bizim atalarımız kardeşten de öte bir yakınlıkla birbirini koruyan, yarasını saran dervişlerimiz, şeyhlerimizdir.

 

Dillerimiz farklı olabilir ama sabah kalktığımızda veya akşam işten eve yorgun dönerken yolda rastlayıp halini hatırını soran, yüzündeki üzüntüyü görüp onu keyiflendirmek, mutlu etmek, ufacık bir tebessüm etmesi için şaklabanlık yapan, canımız yandığında, yaramız kanadığında, içimiz sıkıldığında arayıp telefondaki sesiyle rahatlamak istediğimiz, yardım istediğimiz, anlamazsa da mimikleriyle, yüzündeki ifadesi, yüreğine oturan taşla kayıtsız kalmayıp hafif bir dokunuşuyla seni yeniden hayata bağlayan, umut veren, içindeki irini, zehiri kendisinin de zarar göreceğini bile bile çıkarıp atan güzel insanlardan kurulu bir toplumuz. Biz farklıyız, çünkü zeytin ağaçları gibi derin bir geçmişe sahip köklerimiz var.

 

 

 

Hadi komşumuzun kapısını çalıp bahçemizdeki zeytin, yenidünya, incir ağaçlarımızın mahsulünü, hayvanlarımızın nimetini paylaşalım. Ortak sofralar kurup, yeniden benzersiz geçmişimizden de güç alarak ortak bir geleceğin ilk adımlarını atalım.

 

Unutmayın ki şu fani dünyada iyiliğin karşısına iyilik, kötülüğün karşısına kötülük gelir. Peki biz neyi tercih edeceğiz?

 

Ayrı milletler, dünyaya kapalı demokrasiden, eşitlikten, adaletten gayrı ulus devletler olarak mı yaşayacağız, yoksa aynı coğrafyanın kardeş halkları olarak bizi biz yapan, insanlığımızı, vicdani duruşumuzu tekrar mı hatırlayacağız.

 

Biz artık evlerimize kapanıp komşumuzun duymaması, bilmemesi, öğrenmemesi için gizlediğimiz, sakladığımız acılarımıza sessizce ağlayıp kaderimize isyan etmek istemiyoruz. Coğrafya artık kader olmamalı, paylaşan, bölüşen, yardımlaşan insanların ortak eşit mutlulukları üzerine kurulu bir toprak parçası olmalı.

 

Bölmekten, parçalamaktan, yönetmekten korkmayın! Sofranızdaki soğanı, ekmeği, üzerinde yaşadığınız coğrafyayı, toprağı bölüp, parçalayıp komşunuzla paylaşın, yönetin ama ayırmayın.

 

Ne hissediyorsanız, nasıl yaşıyor, eğleniyor, gülüyorsanız komşunuza da aynı duyguları hissettirmek için ondan hiçbir şeyi esirgemeyin. Adaleti, özgürlüğü, eşitliği, varlığı, iş imkanını, bütün kardeşleriniz için isteyin. Bir tarafımız varlık, zenginlik, bolluk içinde yaşarken diğer tarafımız yokluk, yoksulluk, kimsesizlik içinde ölmesin.

 

Dünyanın her tarafında zenginler vatanseverdir, yoksullar o vatanı savunan askerler. Yoksullar o vatan toprağının altına girerler zenginler ise o toprağın üstünde tepinip anı yaşarlar.

 

Anadolu halkının artık sıvasız, boyasız derme çatma gecekondulara asılan büyük bez parçalarına değil, dostunun yüreği yanarken elini omzuna koyup onu teselli ederek içini soğutacak kardeşliğe ihtiyacı var.

 

Bizim derdimiz yalnız halkın arasındaki sınıfsız uçurumlardan kaynaklanmıyor. Adil değiliz, hukuku yok sayıyoruz, kardeş dediklerimizden eşitliği esirgiyoruz aynı zamanda. Kimliklerimize, anadilde eğitim, adaletin yerine getirilmesi isteklerine saygı duymuyor, destek vermiyoruz. Türk-Kürt’ün yansıması Kürt-Türk’tür. V fon vandetta filminde şöyle bir replik geçer “Aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız gerçekleri öğrenmişsinizdir" Aynalar yalan söylemez, işlediğiniz suçları, günahları gizlemez, gerçeğinizi yüzünüze okur.

 

Oysa bizi en son zamanlarımızda en çok şaşırtan, umut veren gelişme İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yıllar sonra el değiştirmesi değil miydi? Peki neydi o müthiş değişimi gerçekleştiren sihirli değneğin sırrı? Elbette vicdanıyla hareket eden Canan Kaftancıoğlu’nun inatla, ısrarla, kararlılıkla sürdürdüğü, erkeklerin cesaret edip atamadığı o siyasi adımları atmasıydı.

 

Anadolu’yu Anadolu yapan analarımızın içindeki sonsuz anlayış, empati, dayanışma ruhudur. Ama artık o kadınların çektikleri çilelerin, çocukları için döktükleri gözyaşlarının, isyan çığlıklarının kaderleri olmadığını kabul edip bunun düzeltilmesi için adım atma vakti gelmedi mi?

 

 

 

Barış için fedakarlık etmeniz gerekir. Vermeden almak Allah’a mahsup. Bugün kaygı, endişe, korkuyla verdiğiniz destek yarın size bolluk, bereket, mutluluk olarak geri dönecek. İnsanın elinde olmayan, hükmedemediği, hakim olamadığı beyninin bir tasarrufu olan anadilde eğitim hakkını savunmanız, destek vermeniz komşunuza güven, size saygı getirir.

 

Unutmayın ki, savaş kararları bir saniyede alınırken barış için emek vermek gerekir. Gücünüzü, mutluluğunuzu, varlığınızı paylaşmaktan korkmayın. Komşu kardeş halklar olarak çocuklarımıza sefillik içinde zorbalığın, zalimliğin hüküm sürdüğü bir gelecek mi bırakmak istiyorsunuz yoksa şimdiden son nefesinizi vereceğiniz tarih ve zamanda geride öksüz, kimsesiz kalacak, saf iyilikle yüklü çocuklarınızın hayatından endişe duymayacağımız bir yaşam mı inşaa edeceksiniz.

 

 

Kader de gelecekte elinizin altında, o geleceği kuracak, yaratacak inanç içinizde. Cennet de cehennem de sizin elinizde, tercih sizin!..

 

 

Barışı kurmak zor savaşı başlatmak kolaydır. Barışı inşaa edip halkların eşit, adil geleceğini kurup, tarihte iz bırakacak, cesur, yürekli bir lidere ihtiyacı var bu insanlığın.

 

Şimdi bu yazıya her kesimden birçok eleştiri gelecektir. Kürt tarafı “asimile olmuş, romantik devrimci hayaller peşinde koşan birisinin boş lafları”, Türk tarafı ise “Bölücü, ihanet peşinde olan emperyalizme hizmet eden teröristin tekinin sözleri” diyecek.

 

CHP değişim sancıları çekerken, kongre aşamasında birileri şöyle demişti; “Müdahale etmezsek devlet elden gidecek” Madem devletinizin elden gittiğinin farkındasınız, bunun korkusunu, endişesini yaşıyorsunuz o zaman yeni bir devlet kurun. İsmiyle, bayrağının adıyla, millet tanımıyla yeni bir kimliğin doğuşuna sebep olun. Marş olarak da Avrupa Birliği’nin sembollerinden biri olan Avrupa Marşını kabul edebilirsiniz. Avrupa Marşı Van Beethoven’in 9. Senfoni'sinin son bölümü olan ve “Neşeye Övgü’ anlamına gelen ‘Ode to Joy'dan ilham alınarak hazırlanmış. Belki de şu anda Anadolu insanı olarak hepimizin de en çok ihtiyaç duyduğu ve eksikliğini iliklerine kadar hissettiği şeydir neşe.

 

Yeni bir anayasa, herkesin dahil olduğu yeni bir kurucu antlaşmayla halkın karşısına çıkmalı muhalefet. Ama öyle restore edilmiş, boyanmış, cilalanmış bir antlaşma değil, savaştan yeni çıkmış bir milletin karanlıktan çıkış akdi. Yoksa muhalefet ülkenin belli bir coğrafyasına sarılıp, oraları kurtarılmış bölge olarak görüp ülkenin o kesimleriyle, ötekileriyle paylaşmak istemeyen, konfor alanından çıkmayan, kulelerin, plazaların tepesinden inmeyen millete yabancı bir siyasal oluşum olarak varlığını harese ile ağır ağır kaybedecek.

 

Harese nedir, bilir misiniz? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeninkiyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer... ve doyduğunda da kan kaybından ölür deve. Bunun adı Haresedir ve hırs kelimesi buradan gelir...

 

Elbette böyle bir anayasa taslağıyla halkın karşısına çıkmak için cesur, kararlı bir duruşa, özgüvenli, kendinden emin bir kişiliğe sahip olmak gerekir. Çünkü açıklanacak bu anayasa taslağına ülkenin doğusu devletin adının Kürt olmadığı, batısı da Türk olmadığı için itiraz edecek. Oysa siz ne Türkistan ne Kürdistan için mücadele edeceksiniz. Üzerinde yaşadığınız, nefes alıp  verdiğiniz köklü, tarihi bir geçmişe sahip olan Anatolia dururken endonimi Türkiye egzonimi Turkey olan devlet ismini kutsallaştırmakla neyi kazanacaksınız?

 

Ne ideolojik ne de kutsal bir kitabın üzerine anayasa taslağının üzerine el basıp söz verilmeli. Bizim örnek alabileceğimiz değerlerimiz var elbette İbrahim Kaypakkaya, Seyid Rıza gibi. Bugün Anadolu’nun herhangi bir köyünde Kaypakkaya’nın mücadelesini, arkadaşlarını ele vermemek için gördüğü işkenceleri, geleceği öngören görüşlerini anlattığınızda etkilenmeyecek bir kişi bulamazsınız. İşkencede öldürülen Kaypakkaya’nın solcu bir öğrenci olduğunu öğrenen hamalın cenazesini taşımak için babasından 5 kuruş para almadığı, Seyid Rıza’nın “Beni oğlumdan önce asın oğlumun idamını görmeyeyim” demesine ve bunun için de söz almasına rağmen oğlunun idam edilişinin izlettirmesi hikayesini dinleyip de canı yanmayan kimse var mıdır?

 

O görkemli koltuklara oturup siyasi gücün verdiği hırs, egoistlik yöneticilerin kişilik özelliği haline geliyor.

 

Hayatta bazı şeyleri unutuyor, hatırlamıyor olabiliriz. Ama unutmadığımız, hafızamıza kazılan gerçekler ve maruz kaldığımız hisler, hor görülen varlığımıza hak görülen uygulamalar var.

 

 

 

Artık gözlerdeki nefreti, dildeki ayrışmayı, parmak işaretlerleriyle ötekileştirilen kötü anları unutup, geçmişin karanlık sayfalarına gömmek ve geleceğe umutla, kaygısızca bakan, endişe duymadan kalan ömrünü huzur içinde tamamlamak isteyen anne babaların yüzlerinde o esirgenen mutluluğu, neşeyi hatırlamak istiyorum.

 

Geçmişimiz karanlık olabilir ama geleceğimizin aydınlık olması bizim elimizde. Hangimizin elleri temiz, vicdanı rahat. Hangimiz yarını yaratanın, yaratıcının karşısına çıktığında savunabileceği temiz bir geçmişi var? İşlediğimiz günahlardan, tanık olduğumuz, bildiğimiz ama bilmemezlikten geldiğimiz, gördüğümüz ama görmemezlikten geldiğimiz, duyduğumuz ama duymamazlıktan geldiğimiz ve böylelikle ortak olduğumuz suçlardan bizi kim kurtaracak?

 

Öksüz bırakılan çocukların çığlıklarının, gelecekleri çalınan gençlerimizin, dünyanın dört bir tarafına sürgün edilen, göç eden, edilmek zorunda bırakılan insanlarımızın vatanlarından ayrı kalmasının, memleket hasretiyle hayatlarını kaybetmelerinin hesabını kim verecek?

 

Hangi din, cemaat, kitap, tarikat, kutsal saydığımız put, önder, lider, başkan sizi kurtaracak. Herkesin başkan olduğu, başkan sayıldığı bir yerde masumların hakkını kim savunacak?

 

 

 

Ezan sesiyle huzur içinde yatağından kalkıp inancının gereğini yapmak için uyanan ile müziğin coşkusuyla eğlenerek yorulup yatağına uzanan ve ortak bir geçmişe sahip olupta geleceğinden endişe duymayan eşitliğin hüküm sürdüğü toprakların halklarından kurulu bir Anadolu Cumhuriyeti kurmak bu kadar mı zor?

 

“Ermeni dölü, ahlaksız Alevi, yobaz Sünni, cahil Kürt, vicdansız Türk, pis Arap” hakaretlerine, bizi bizden ayıran değil birleştiren kimliklere ihtiyacımız var.

 

Adı sırf anadilinde olduğu için devlet tarafından kabul edilmeyen bir nesilden geliyoruz. Oysa ne adımız kabul edildi ne kimliğimiz, inancımız. Kürtlerin belki de yarısından fazlasının soy ismi Türk ile başlar veya Türk ile biter. Oysa o insanlar Türk değil Öztürk gibi ırkçı bir soy ismine sahip olsalar da. Ben Azad’ım, Azadi’yim ve Kürdüm. Vatansızım, dinsizim. Çünkü ne üzerinde yaşadığım vatandan ne de empoze edilen dinlerden, inançlardan bir hayır gördüm. Ben esasında yolunu kaybetmiş, yuvasını arayan, çocuklarımızın geleceğinden endişe duyan göçmen bir kuşum.

 

Yeni sloganlara, yeni bir yola ihtiyacımız var.

 

Jin, Jiyan, Azadi!

Kadın, Yaşam, Özgürlük

Aşiti, Dadmendî, Wekhewî

Barış, Adalet, Eşitlik

Yaşasın ABD!

Yaşasın Anadolu Birleşik Devletleri

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
ÇOK OKUNANLAR
SON YORUMLANANLAR
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA