Irkçılık, milliyetçiliğin ve ulusalcılığın neyi olur?
Soruyu şöyle de yöneltebiliriz: Milliyetçilik ve ulusalcılık, ırkçılığın neyi olurlar? Bu sorunun mantığı, “yumurta mı tavuktandır, tavuk mu yumurtadan?” sorusununki ile aynıdır.
Neresinden baksanız aynı göreceksiniz.
Milliyetçilik, ırkçılık ve ulusalcılık… Hepsi de aynıdır. Kim aynı olmadığını söylüyorsa, kim birini diğerinden farklı görüyorsa, yalan söylüyordur. Hepsinin özü aynıdır: Kendilerininkini diğerlerinkinden öncelikli, ayrıcalıklı ve üstün görürler. Kendi ailesini başkasınınkinden, kendi aşiret, kabile, kavim ve milliyetini başkasınınkinden, kendi derisini ve dilini başkasınınkinden öncelikli, üstün ve ayrıcalıklı görürler. Irkçılık veya milliyetçilik yahut ulusalcılık, şartlara ve eylemlere göre, gaspın, hak tecavüzünün, soygunun, talanın, katliamların, soykırımların ve kısaca envaiçeşit zulmün diğer adıdır.
İnsanlığın en acı çektirici, insanın onurunu en fazla aşağılayan, en büyük ve aynı zamanda en öldürücü hastalığıdır. Buna insanlığın vebası da diyebiliriz. Nerede milliyetçilik varsa, orada zulüm vardır. Renginin, tonunun ve adının değişik olması, aldatıcı ve albenili bir ciladan başka bir özellik katmaz kendisine.
Milliyetçilik, yapılmaya en müsait kötülüklerden, diğer bir ifade ile işlenmeye en müsait haramlardan biridir. Milliyetçiliği en iyi tanımlayan ve en doğru yere koyan inanç, şüphesiz ki İslam’dır. Ancak bunun böyle olması, Müslümanların milliyetçilik yapmadıkları anlamına gelmiyor maalesef. Çünkü buna rağmen, Müslümanların da en fazla işledikleri haramlardan biri yine milliyetçiliktir. Türkiye için söyleyecek olursak, bugün, milliyetçiliğin tavan-zirve yaptığı bir dönemdir. Diğer İslam ülkelerinin çoğu da maalesef böyledir. Türkiye’deki milliyetçiliğin merkezinde diyanet camiası ve ilahiyatlar vardır. Eğitim sistemi, milliyetçilik üzerine kuruludur. TBMM de Atatürk’ün ilkelerini kanun olarak anayasaya koyduğundan beridir ırkçıdır, pardon, milliyetçidir. Örneğin, milyonlarca vatandaşının adını bile anmaya tahammülü yok ve dillerini de “bilinmeyen bir dil” olarak tutanaklara geçirir.
Türkiye’deki Müslümanların ciddi bir kısmı kendilerini milliyetçiliğin şeytani cazibesine o kadar kaptırmışlar ki, kimisi artık ben Müslümanım” demeye bile korkmakta, kimisi Müslümanlığın yerine milliyetçiliği koymakta ve kimisi de Müslümanlıkla milliyetçiliği birlikte kullanacak kadar derin bir cehaletin girdabında debelenip durmaktadırlar.
Avrupa ülkelerinin hiçbirinde Türkiye’deki gibi ırkçılık yoktur ve Türkiye’deki kadar yaygın ve dahi baskın değildir. Bunun en önemli nedeni, ırkçılığın anayasada “Atatürk Milliyetçiliği” tanımıyla kutsanıp meşrulaştırılmış olmasıdır. Bununla birlikte yukarıda da dediğimiz gibi, milliyetçilik, diyanet camiası, ilahiyat fakülteleri ve birçok dini cemaat tarafından da maalesef bayraklaştırılmaktadır.
Diyebiliriz ki, Türkiye’deki ırkçılık, son yıllarda gelen milyonlarca mültecinin yanı sıra ekonomik sorunların da büyüyor olması nedeniyle bir barut fıçısına dönüştürülmüş haldedir. Bunu bir kıvılcımla tutuşturmak için dışarıdaki düşmanlara ihtiyaç yoktur. İçeride de buna teşne o kadar cahil var ki…
Hülasa sorumluluk makamındakiler başta olmak üzere insanlıktan yana olan herkes ırkçılığı toplumun ayaklarının altına almak yönündeki yükümlülüklerini behemehâl yerine getirmelidir ki, önümüzdeki yüz yılı da ırkçılık girdabında debelenerek geçirmeyelim…
Çıplaklığı Özgürlük, Eleştirisini Gericilik Diye Dayatıyorlar
Hala Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi azgındırlar!
İstedikleri gibi giyinmek, istedikleri gibi yaşamak, istedikleri gibi konuşmak kendilerine yetmiyor. Her zaman “öteki” olarak gördükleri insanların nasıl giyineceklerine, nasıl yaşayacaklarına ve nasıl konuşacaklarına da müdahale ediyorlar. Bu da kibirlerini tatmine yetmiyor. Hakaret ediyorlar, iftira atıyorlar ve hedef gösteriyorlar. Hele hele bir kişi bu azgınların hoşuna gitmeyen bir söz söylemeye görsün, iplerini koparıyorlar. Ve bütün bunları da bir hak olarak görüyorlar.
Bu saldırılarına geçenlerde bir yenisini eklediler. Bu kez de Konya Numune Hastanesi Başhekim Yardımcısı ve İHH Konya İl Başkanı Sayın Hasan Hüseyin Uysal’a saldırdılar.
Uysal’ın, toplumumuzu ifsat eden çıplaklığa, “Toplumun en zayıf yanı da en kuvvetli yanı da kadın. Konya'da bile göbeği, göğüslerinin yarısı, omuzları, bacak uyluğunun % 80'i açık tipler türedi. Bu teşhir, 'beden görseli satma' değil mi? Beden satmaya giden yol, fa..şelik yolu değil mi? Cariyeler örtünmezmiş. Cariye mi bunlar!" sözleriyle yaptığı eleştiriyi hakaret ve iftiralarla boğmaya çalıştılar.
Ne yazık ki, daha önce olduğu gibi şimdiki hakaretleri de yanlarına kar kalıyor. Doğruhaber gibi yayın organları ile AK Parti Konya Milletvekili Ahmet Sorgun gibi şahsiyetler dışında kimse oralı olmadı.
Dikkat ederseniz, çıplaklık da eşcinsellik gibi İstanbul Sözleşmesi ile birlikte büyük bir ivme kazandı. Çünkü yeryüzünü fesada boğmak çabasında olan küresel azmanlar eşcinselliği ve çıplaklığı bu sözleşme ile uluslararası düzeyde tahkim ettiler.
Maalesef hala görmezden geliyoruz, ama toplumumuzu İstanbul Sözleşmesinden daha fazla tahrip eden diğer bir eylem de çıplaklıktır ve çıplaklık üzerinden gerçekleştirilen saldırılardır. AK Parti Hükümeti, her ne kadar gelen tepkiler üzerine İstanbul Sözleşmesini iptal ettiyse de, izlediği aile politikaları hala bu doğrultudadır. Dahası da var: İktidar ve muhalefet partilerinin yanı sıra her ikisine yakın kadın derneklerinin en büyük ortak paydaları da İstanbul Sözleşmesidir.
Herhalde bu güruhun başörtülülere, sakallılara ve çarşaflılara bir yandan kerhen tahammül ettikleri ve diğer yandan onların olmalarından hazzettikleri tek yer Anıtkabir’dir!
Biz de bu vesile ile toplumu ifsat eden çıplaklığa dikkat çekiyor ve özellikle ebeveynleri kendi yükümlülüklerini yerine getirmeye davet ediyoruz.
Çevre, okul ve medyanın da etkisi inkâr edilemez, ama bize göre çıplaklığın yayılmasında ve çıplaklık kültürünün oluşmasında, en büyük pay biz ebeveynlerindir. Çünkü çocukların tercihleri, bizim onlara giydirdiklerimizin sonucudur. Bizim çocuklarımıza yakıştırdığımız giysiler eğer mahremiyet, edep ve hayâ gibi değerleri de içerir özellikte ise, çocuklarımızda da bu anlamda bir hassasiyet oluşuyor.
Giysilerin rengi, uyumu ve yakışması kadar onların çocuklarımızın kişiliğine yapacakları etkiyi de hesaba katmalıyız. Kaldı ki, bu hassasiyet çocuklarımızdan önce belki de biz yetişkinler için çok daha önemlidir. Zaten giyim de kişinin önemli amellerinden değil mi?
Giyimimize yönelik saldırılardan da ancak bu bilinçle kurtulabiliriz.