ABD, Finlandiya, İsveç ve Türkiye: Hangisi PKK’ya Daha Çok Yardım Ediyor?
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girme taleplerine Türkiye’nin şimdilik itibariyle karşı koyması, Türkiye kadar Avrupa’nın da gündemindedir. Konunun önemi, bizi de düşüncelerimizi kamuoyu ile paylaşmaya mecbur etti.
Türkiye’nin bu bağlamda anılan ülkelere eleştirileri ve gerekçeleri oldukça yerindedir. Ancak bu haklılığına rağmen Türkiye, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya girmelerini engelleyebilir mi? Gönlümüz bundan yana olsa da, gücünün buna yetemeyeceğini düşünenlerdeniz. Çünkü ABD başta olmak üzere NATO’nun diğer üyeleri de anılan iki ülkeden yanadır.
Dolayısıyla bu arada tartışmamız gereken diğer bir soru ve sorun da, Finlandiya ve İsveç NATO’nun dışında kalsalar mı, Türkiye karşıtı örgütlere daha fazla yardım ederler, yoksa NATO içinde olsalar mı?
Çünkü başta ABD olmak üzere, NATO’nun diğer bütün üyeleri de istisnasız olarak Türkiye karşıtı yapılara imkânları oranında her türlü desteği veriyorlar. Desteği de geçtik, Türkiye’deki bütün darbelerin içinde de NATO’nun başı olan ABD yok mu? Zaten NATO, Türkiye’nin kendi rızasıyla girdiği bir pakt olmadığı gibi, girdikten sonra da onun şerrinden emin olmuş değildir. Hatta şunu rahatlıkla ispatlayabiliriz ki, “müttefik” NATO’nun Türkiye’ye zararı, güya şerrinden koruduğu Varşova Paktı’ndan fazla olmuştur!
Türkiye’yi sırtlanların arasında kalmış bir kurda benzetsek, herhalde yanlış yapmış olmayız. Aslında bir ceylana benzetmek isterdik, ama PKK’ya yardım konusunda Türkiye’nin de masum olmayışı böyle bir benzetmeyi hak etmiyor. Çünkü PKK’yi kuran iradenin Türkiye olduğu gibi ciddi iddialarla karşı karşıyayız. Nitekim PKK’nın 1984 yılında başlattığı silahlı terör eylemleri sürecinde Türkiye’nin PKK ile mücadele adına Kürtlere karşı izlediği politikalar da bunu doğrulamaktadır. O zamanlar tartışamadığımız gibi şimdi de hala tartışamıyoruz, ama Türkiye’nin o yıllarda binlerce köyü yakması, yüz binlerce Kürt’ü yurtlarından etmesi ve OHAL adına uyguladığı baskılar ve yaptığı zulümler, PKK için hayal bile etmediği bir yardım olmuş ve nice çocuklarımız soluğu kendi yanında almıştır.
Peki, dün yanlış ve baskıcı politikalar vardı da bugün bunlar terk mi edilmiştir? Maalesef buna evet diyemiyoruz. Çünkü her ne kadar eskisi gibi katı olmasa bile, devletin inkâr politikaları ve hak gaspı devam etmektedir. Hatırlatmak gerekirse, devlet erkânının Kürtlere karşı kullandıkları dil bile hala zaman zaman onur kırıcıdır.
Bizim inancımız o ki, Finlandiya ve İsveç NATO’ya girseler de Türkiye karşıtı yapıları desteklemekten geri durmayacaklar, dışarıda bırakılsalar da. Tıpkı ABD’nin her gün Türkiye’nin gözlerine sokarcasına tırlarla, helikopterlerle ve uçaklarla PKK’ya ve uzantılarına yardım ediyor olması gibi…
Avrupalı ülkeleri bundan sonra Rusya ile yeniden uzlaşsalar bile, enerjide yeniden sorunlar yaşamamak Akdeniz’de, Irak, Suriye ve İran’da çıkan gaz ve petrole muhtaç ve mahkûmdurlar. Dolayısıyla bu ülkelere ve dahi Türkiye’ye muhtaç ve mahkûmdurlar. Bu ülkeler de aralarındaki sorunları halletmedikleri ve birbirilerine karşı dürüst ve adil olmadıkları sürece, ellerindeki bu nimetleri hakkıyla değerlendiremeyecekler ve Avrupalılar şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da bu kaynaklarımızı sömüreceklerdir. Aslında Türkiye, bölge ülkelerinin birbirileriyle olan sorunlarını gidermenin ve hepsi ile makul bir zemin oluşturabilmenin bütün imkânlarına sahiptir. Hatta içi boşaltılmış kardeşlik söylemlerini bırakıp, gerek kendi Ülkesindeki ve gerekse diğer ülkelerdeki Kürtlere karşı sadece adil olduğu takdirde, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin bütün şeytani planlarını da akamete uğratabilecektir. Bunun ilk adımı da Türkiye’nin bizzat kendisinin PKK’ya desteğe dönüşen politikalarına ve icraatlarına son vermesidir. Çünkü bilmemiz gerekir ki, PKK ve benzeri yapıları bu seviyeye getiren şey, Finlandiya, İsveç ve ABD’nin destekleri ve silah yardımlarından çok, Türkiye’nin yanı sıra Irak, İran ve Suriye’nin Kürtlere karşı hala adil olmayan politikalarıdır.
Hülasa Türkiye, bir yandan haddizatında birer sırtlan olan müttefiklerinin şerrinden korunma mücadelesini verirken, diğer yandan inkâr politikalarının yerine adaleti bir an önce ikame etmeli ki, onlar destekleyecekleri bir PKK bile bulamasınlar.
Erdoğan, İslam Ülkelerinin Birbirileriyle Normalleşmelerine Öncülük Edemez mi?
Şu gerçeği görmemiz ve olduğu gibi kabul etmemiz gerekiyor: Hiçbir İslam ülkesi yoktur ki, doğrudan veya dolaylı bir şekilde küfrün silahlı, ekonomik, kültürel ve siyasi işgali ve kuşatması altında olmasın. Ambargolar ise, zaten düşmanın artık sıradanlaşan kesintisiz saldırılarındandır.
İslam ülkeleri ve dolayısıyla Müslümanlar olarak diğer bir gerçekliğimiz ise, liderlerimizin de düşmanlarımızın bu saldırı, kuşatma ve işgal eylemlerinin gönüllü savunucuları olmaları veya zorunlu birer parçası yapılmalarıdır. İktidarlarını, güçlerini ve meşruiyetlerini halklarının iradelerinden almayan liderlerin düşmanlarımızın bize karşı giriştikleri eylemlerin bir parçası olmaları tabii ki, ihanettir ve kabul edilemez, ama anlaşılır bir durumdur. Lakin iktidarlarını, güçlerini ve meşruiyetlerini tamamen halklarının iradesinden alan ve dışarıdan gelen her saldırıya karşı kendi halklarının ölümüne desteklerini alan liderlerimizin bile kimi zaman kendi rızalarıyla ve kimi zaman da dayatmalar sonucunda düşmanlarımızın bu saldırılarının bir parçası olmaları, ümmet olarak halimizin vahametini göstermeye yetiyor.
Dikkat ederseniz, bu gerçekliklerimizin her biri aynı zamanda büyük bir musibettir de.
Hepsinden de büyük musibetimiz ise, âlimlerimizin, aydınlarımızın ve kısaca düşünenlerimizin neredeyse hepsinin yükümlülüklerini yerine getirmenin oldukça uzağında olmaları, daha açık bir ifade ile onurlu bir duruştan yoksun olmalarıdır!
Düşmanlarımızın bütün bu saldırılarına, kuşatmalarına, işgallerine ve ambargolarına ek olarak bizim yukarıda değindiğimiz olumsuzluklarımız, İslam ülkelerinin birbirilerini düşman veya en azından bir tehdit olarak görmeye yetiyor ve artıyor bile. İslam ülkeleri kendi içlerinde de adaletten çok zulüm üreten özellikleriyle öne çıkmaktadırlar. İslam ülkelerinin karşılıklı vize uygulamaları ve ticari ilişkileri bile onların gayrimüslim ülkelerle olan vize uygulamalarıyla ve ticari ilişkileriyle kıyaslanamayacak kadar geridir ve dahası onur kırıcıdır. Yöneticilerimiz, âlimlerimiz, aydınlarımız ve kısaca düşünenlerimiz hep bir ağızdan “neden bu haldeyiz?” diye sorup yükümlülüklerini kuşanacaklarına, kendi vatandaşlarına daha fazla baskı uygulamaya ve birbirileri ile olan ilişkilerini daha bir azaltmaya gidiyorlar.
Örneğin, geçen yüz yıl içinde iki kez dünya savaşı çıkarıp birbirilerinden on milyonlarca insan öldüren Avrupalılar bile aralarındaki sınırları kaldırıp birlik dahi kurarken, yüzlerce yıl beraber yaşayan ve dahi aynı dinde olan Müslümanlar, geçelim asgari düzeydeki bir insani veya asgari düzeydeki bir komşuluk muamelesini, sınırlarını karakollarla, mayınlarla ve tel örgülerle donatıyorlar. Bu ülkelerden biri de ne yazık ki, Türkiye’mizdir. Yüz yıldır bizi gerçekten de insanlığımızdan eden bu inkârcı rejimin kökünü kurutmak yönünde çaba göstermemiz gerekirken, neden tahkim ettiğimizi soran, sorgulayan ne bir âlimimiz, ne bir aydınımız ve ne de bir siyasimiz vardır!
Türkiye böyle bir halde olmasına ve Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan da yukarıda saydığımız bütün bu olumsuzlukların hemen hemen hepsiyle malul olmasına rağmen, gerek bazı söylemleri ve gerekse bazı icraatları onu birkaç adım öne çıkarıyor ve hatta Müslümanlar arasında bir ümit haline bile getirebiliyor.
Çünkü Müslümanlar, en az son iki yüz yıldır o kadar ezdirilip harlanıyor ve aşağılanıyorlar ki, içlerinden birinin düşmanlarımızın vahşi yüzlerine karşı, “one minute” ve “dünya beşten büyüktür” şeklinde haykırmaları bile ümitlerini ayyuka çıkarmaya yetiyor.
Dolayısıyla Erdoğan, dünyayı fesada ve kana boğanların bu aralar birbirileriyle uğraşıyor olmalarını da fırsat bilerek Müslümanların birbirileriyle normalleşmelerine katkıda bulunabilir. Siyonist işgal rejiminin, kendi işgal ve yayılma politikalarına boyun eğdirmeyi normalleşme diye dayatıp İslam ülkelerini birer birer etkisiz ve işlevsiz hale getirdiği bir esnada, “ben Müslümanım” diyen liderlerin de kendi aralarında normalleşme yönünde harekete geçmeleri gerekmez mi? Tabii, normalleşmeye kendi vatandaşlarından başlamaları gerekir. Çünkü kendi vatandaşlarıyla normalleşme oranı ve başarısı komşularına tellerle örülü, mayınlarla döşeli ve karakollarla dolu sınırlar olarak değil, kardeşlik olarak, barış olarak ve selam olarak dalga dalga yayılacak ve ümmetin soluyan ümitlerine bir rahmet olacaktır.
İslam ülkeleri arasında normalleşmeye gitmek, Erdoğan’ın görevi olduğu kadar, diğer liderlerin ve dolayısıyla hepimizin görevidir. Bundan başka bizi bu zilletten çıkaracak yol yoktur!