EMPERYALİZM VE GERİCİLİĞİN İÇYÜZÜ, DEVLETLER HUKUKU ve DEMOKRASİ, DÜNDEN BUGÜNE EDEBİYAT..
EMPERYALİZM VE GERİCİLİĞİN İÇYÜZÜ
Dünya’da toplumsal eylemlilik ve gençlik hareketlerinin ivme kazandığı yıllardı 1960’lı yıllar. O dönemin tam da ortasında uzunca bir şiir yazmıştı Ataol Behramoğlu, 1965 yılında ve “Bir Gün Mutlaka” adında:
“Gencim daha, dünyayı görmek istiyorum, öpüşmek ne güzel, düşünmek ne güzel, bir gün mutlaka yeneceğiz!
Bir gün mutlaka yeneceğiz, ey eski zaman sarrafları! Ey kaz kafalılar! Ey sadrazam!
Sevgilim on sekizinde bir kız, yürüyoruz bulvarda, sandviç yiyoruz, dünyadan konuşuyoruz”
Herkesin dünyadan ve güzel şeylerden konuştuğu bireyciliğin bir kâbus gibi toplumumuza henüz çökmediği yıllardı o yıllar. Komşumuzun bahçesindeki erik ağacı hepimizin idi. Çoğumuzun evindeki transistorlu radyolardan en güzel şarkılar beraberce dinlenirdi. Ekmeği veresiye de bulsalar karnımızı doyuruyorlardı. Yine bol sıfırlı olmayan büyüklerimizin verdikleri paralarımızla alıp “şeker de yiyebiliyorduk”…
Sanayinin çocuk işçi çalıştırması 18.YY’ın başlarında gerçekleşti… Reformla Rönesans hareketleri öncesi yani 1789 Fransız İhtilali’nden sonra 1801’de buhar gücüyle işleyen makinaların bulunması endüstride gelişmeye yol açınca, ihtilalin itelemesiyle köy ve kasaba topluluklarının büyük kentlere yığılması zaten yoksul olan bu kesimin daha da yoksul kentli sanayi işçilerine dönüşmesine neden olmuştu.
O zaman batı toplumlarında egemen olan ekonomik ve toplumsal anlayış, rasyonel insan, ekonomik insan kavramını temel alan “Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” formülasyonuydu. Her bireyin aradığı özgürlük, doğru olan özgürlük anlayışından saparak ekonomik girişim ve yarışma, yani rekabet özgürlüğü haline bürünüyor birey kendi çıkarını kollarken ve yerine getirmeye çalışırken genel yararı yani kamu yararını da en iyi düzeyde gerçekleştirmiş oluyor türünden düşünceye sapıyordu. Türkiye’de sağcı iktidarların mutlak, gerici reformist iktidarların da benzeri her mahallede bir zengin yaratma düşüncelerinin temelinde yatan buydu.
Bu da doğal olarak böylesi bir anlayıştan bireyler arasındaki ilişkilerde kimsenin de araya girmeyeceği giremeyeceği bireyler arasında sözleşme yapma özgürlüğü gibi bir özgürlük düşüncesini ortaya çıkarmıştı. İşte, ancak bu özgürlük anlayışı başta aristokrat kentli, soyluların baskılarına karşı verilmiş mücadele sonucunda ortaya konmuşsa da yeni gelişen sınıfsal yapıyla burjuvazinin işçi sınıfına ve örgütlerine yönelttiği bir hak sözde “özgürlük” hakkı haline dönüştü.
“Bireysel anamalcı ile bireysel emek karşı karşıya gelip kendi istekleri ile örneğin çok düşük bir ücret ve çok uzun çalışma saatlerini öngören bir sözleşme üzerinde anlaşırlarsa buna kimsenin bir şey diyeceği yoktur”.
18.Yy boyunca gelişen bu egemen anlayışın sonucunda işçiler arasında yaygın bir yoksulluk, hastalık, yüksek çocuk ölümü oranları, çok düşük eğitim düzeyi ve daha birçok olumsuz koşul ortaya çıkmıştır. Çünkü anamalcı karşısında hiçbir korunması olmayan, yalnız kolgücüne sahip tek tek işçiler 16 veya 18 saati bulan işgünleri karşılığında çok düşük ücretlerle ve sağlıksız koşullarda çalışmaya zorlanmaktaydılar.
Doğal olarak kadınlar, 5-6 yaşından itibaren çocuklar kıyıcı, yıkıcı felaket düzenden nasibini almışlardır. Onlar da bu düzenin dışında farklı bir konumda düşünülmemişlerdi.
Ortaçağda kralın ve ruhban, dinci sınıfın koyduğu yasalar adeta tanrı yasaları sayılmış, krala karşı gelmek yasaklanmıştır. Kralın tanrı buyruğuyla o yere gelen bir kimse olduğu ve davranışlarından dolayı da kimseye hesap vermek zorunluluğu bulunmadığı belirtilmiş ve benimsenmiştir. Bizde Osmanlı padişahının “Zıllullah-ı fil-i Âlem” yani Tanrının yeryüzündeki gölgesi sayılması olayında olduğu gibi. Onun buyruklarına da karşı çıkılmamıştır. Çünkü ferman padişahındı…
“Toplumdaki şu basamaklanmayı bir kaldırın, şu çalgının uyumunu bir bozun görürsünüz o zaman kopacak gürültüyü !..”
Böyle diyordu William Shakespeare. Gerçekten bir gümbürtü kopuyordu. Artık işler doğaüstü güçlere bırakılmıyordu. Ortaçağın küçük ve kapalı toplulukları yokolmuştu. Onların daha önce benimsenen yasallık ölçütlerinin de geçerli yanı kalmamıştı. Eşitsiz bilincin kaynağı kapitalizmdi ve kapitalistler eğitimli bir insan, bilinçli topluluklar istemediler. Hele bilinçli bir işçi sınıfını hiç istemediler.
Ancak “sınıf” 19.Yy’da ideolojisini bulmuştu. Gelişen sınıfsal bilinç yönetim, kendi demokratik anlayış ve kurduğu örgüt yoluyla yapılan köklü değişmeler sonucunda kendi özaygıtı olarak meyvesini sunmuştu işçi sınıfına…
19.Yy’da eskinin formülasyonuyla işçi sınıfıyla ve özörgütleriyle başedilemeyeceğini anlayan kapitalizm ise buna karşılık insanlığa yeni olmayan ilkelliğin ve barbarlığın bir yöntemi olarak savaşı yeniden sundu. Bu defa üstelik hem daha acımasız hem daha da kıyıcı…
Burjuvazinin ve emperyalizmin hizmetinde işbirlikçi faşizm dünya işçi hareketine ve gelişen uluslar mücadelelerine de en büyük düşman oldu. Ultra emperyalist sistemin dümeninde ABD odaklı düzenin uşaklığının günümüzdeki uzantı ile dayanak noktaları ve emperyalist sermaye koruyuculuğunun temel direkleri bunun sonucunda yükselmişlerdir: Sözde üretim faktörü olarak sermaye ile ‘emeğin’ ilişkisini köle ve üstün insan arasındaki ilkel ve bağnaz ilişkiye benzeten Nietzsche felsefesi Alman faşizminin temel besini olmuştur.
Bu mantığın sermaye diktatoryası nam-ı diğer faşizm’in temel dayanağı oydu. Sosyalizmi ve devrimci işçi sınıfının burjuvaziye karşı ilerici hareketini kölelerin ahlak başkaldırışı olarak gören felsefe savunuculuğu düşünce özgürlüğünün de önünde en büyük engel olarak duran gerici karakterli faşizmdi.
Öte yandan emperyalist sistemin ekonomik temellerini kuran ve oturtan kapitalizmin kriz dönemlerinde reformistlerin ortaya attıkları birtakım ikameci sözümona sosyal politikalar ise oportünist bir tavrın örnekleri olarak emeğin cephesine geçici yanılsamalardan başka bir şey vermemiştir. Onlara göre emek ve sermaye arasındaki çelişki sadece bilgisizliğe dayanmaktadır, bilinçsizliğe değil!..
Böylece emek cephesinde yanlış ata oynayanlar kendilerine göre yenilgiye de kılıf uydurmuşlar, bunun teorisini baştan ortaya koymuşlar, üretimlerini de sadece teslimci bir mantaliteye dayandırmışlardır. Sanki yaşanan her türlü çelişkinin; eşitsizliğin altında yatan gerçek neden buymuş gibi.
Bugün de dün olduğu gibi faşizmin, gericiliğin karşısında en büyük ve örgütlü güç ilericilik, işçi sınıfının mücadelesi ve devrimciliktir.
Tamer UYSAL
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
DEVLETLER HUKUKU ve DEMOKRASİ
Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor…
Devlet için şöyle bir tanım yapılabilir: Devlet, kendine bağlı insanların güvenliğini sağlamak üzere kurulmuş etkin bir sosyal örgütlenme biçimi, en yüksek düzeyde ve diğerlerini kapsayan bir egemenliğe, uygulanması meşruluğu sağlayan belirli hukuk kurallarına bağlı sivil toplumun kendi kendisinin bilincine varmasını ifade eden belirli bir toprakla sınırlı bir örgüt, kurumsallaşmış, tüzel, meşru ve hukuk iktidarıdır.
Devlet kavramı soyut olmayıp belirli sosyal koşullarda ve tarihsel konumda ortaya çıkan somut bir gerçektir. Avrupa'da modern devletin oluşumu ve iktidarın kurumsallaşması ortaçağın sonundan itibaren beliren bir dizi koşulun sonucunda ortaya çıkmış. Feodalizmin yıkılışıyla, kapitalizmin egemen oluşu, monarşilerin toprak bütünlüklerini sağlayarak ulusların oluşması ve ulusal birliğin bilincine varılması, siyasal felsefede halk egemenliği ve sözleşme teorilerine doğru bir gelişimin görülmesi yani egemen prens ya da hükümet değil de halkın kendisidir gibi...
Devlet kavramı Yunan sitelerine ya da Roma’ya kadar gitse de çağdaş devlet kavramı, 17.Yy’da evrensel egemenlik ütopyasına karşı oluşmuştur.
Modern devletin iki temel niteliği vardır. Bir demokratik olması, iki hukuk devleti olması.
Devlet, ister tek ister federe devletlerden oluşmuş bileşik federal bir devlet olsun, ancak şu üç koşul bir araya geldiğinde varolabilir; bir, devletin üzerinde yerleştiği ve yetkilerinin kullanılışının sınırlandığı toprak parçası yani ülke, iki, bu ülke üzerinde oturan ve gerek ırk, dil, din gibi ortak özellikleri ile ya da aynı gelenek ve görenekler, aynı yaşayış biçimi özellikle yaşama iradesiyle bir ulus oluşturacak biçimde birleşmiş bir topluluk yani ulus, üç, ulusun ülkesi üzerinde sürekliliğini ve varlığını sürdürmeğe yönelen bir hukuksal, politik örgüt yani iktidar.
Sosyolojik açıdan devlet olabilmek için gerekli bu üç koşula bir dördüncüsünü eklemek gerekiyor. O da iktidarın gerçekleştirdiği ve sürdürdüğü toplumsal, siyasal ve hukuksal düzendir. Uzun çağlar hâkim olmuş liberal devlet anlayışına göre, devlet yalnızca iç ve dış güvenliği ve toplum içinde temel düzeni sağlamakla görevliydi. Devlet kişilerin ve diğer kurumların faaliyet alanlarına müdahale edemezdi. 20.Yy’ın başından beri kapitalist ekonomik sistemin kendi iç çelişkilerini aşabilmek için devlet müdahalesine gitgide artan bir biçimde gereksinme duyması, demokratik görüşlerin gelişmesi ve sosyal devlet anlayışının ortaya çıkmasıyla devlet yeni bir görünüm kazanmıştır.
Modern devlet kavramı, feodalitenin yıkılması ve kapitalizmin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı. Fakat kapitalist sistemin kendi iç çelişkilerini ortadan kaldırmak için geliştirdiği demokrasi ne kapitalist demokrasi ne de kapitalist devletçilik bu iç çelişkileri ortadan kaldırmak için yeterli olmadı. En başta kapitalizmin kurucusu Adam Smith hem devletin faaliyet alanlarını sınırlarken hem de devletin içinde serveti olan bireyleri devletle özdeşleştirerek bu çelişkiyi ortaya koyuyordu. Daha sonra kapitalizme tepki olarak doğmuş olan sosyalizmin en önemli temsilcilerinden Lenin de, dünyanın aslında sadece emperyalist devletler tarafından sömürülen devletlerden oluştuğunu gösteriyordu. Marksizme göre emperyalizm kapitalizmin son aşamasıydı ve bu aşamadan sonra sosyalizm gelecekti. Kapitalizmin yaşadığı iç çelişkiler karşısında bazı kapitalist düşünürler bile Marks’ın geliştirdiği kavramları kullanmaya başlamışlardı. Mesela, ünlü kapitalist düşünür Sismondi İngiliz işçilerinin yoğunlaşan yoksulluklarını görmüş ve kapitalizme karşı tavır alarak devlet müdahalesini önermişti. Sismondi İşçiler için işsizlik ve hastalık ödemelerinin yasallaştırılması yoluyla sınıflar arası uzlaşmanın sağlanacağını savunmaktaydı. Liberalizm devleti sınırlarken bir şey daha geliştiriyordu, bireyciliği...
Liberalizm ve kapitalist gelişmelere karşı tepki olarak ortaya çıkan sosyalizm de aslında liberal görüşle aynı felsefi kökenden gelmekteydi. Bu da doğalcı felsefedir. Karl Marks bunu gizlememişti. Sosyalist öğreti geliştirilirken kapitalizmin iç çelişkileri ve kapitalist düşünürlerin fikirlerinden yararlanıldığını söylemiştir. Öte yandan Kant, Hegel, Fichte gibi devletçi Alman düşünürlerinin görüşleri de sosyalizmin bir akım olarak filizlenmesinde etkili olmuştur.
Marks, kapitalizmden sosyalizme geçilmesini, üretim araçlarının mülkiyetinin özel kişilerden yani kapitalistlerden alınıp bütün topluma aktarılması ile siyasal iktidarın burjuvazinin egemenliğinden kurtarılarak işçi sınıfına verilmesini ve proletarya diktatörlüğünün oluşturulmasını önermekteydi. Lenin’in tarihteki rolü ise işçi sınıfının devletle ilgili görevinin devlet mekanizmasını yıkarak proletarya diktatörlüğü kurulmasını göstermek olmuştu.
Marks ile Engels’in birlikte yazdıkları Komünist Partisi Manifestosu’na dayanarak 1918’de yayınladığı kitapta Lenin, devletin kuruluşunda proletarya diktatörlüğünün önkoşul olmasıyla ilgili savı temellendirmiştir.
Marksistlere göre özel mülkiyetli ve sınıflı bir toplumda devlet diktatörlüktür. Devlet yönetici sınıfın bir sömürü aracıdır. Yönetici sınıfa egemenlik sağlayan devletin ortaya çıkışı, ordusu, polisi, hapishaneleri ve çeşitli zorlayıcı kurumları olan özel bir kamu otoritesinin biçimlenmesiyle oluşmaktadır. Proletarya diktatörlüğünün mutlak monarşilerden veya tiranlıktan ayrılan özelliği ise geçici oluşu, toplumsallığı ve sınıfa dayanmasıydı Marksistlere göre.
Sosyalist öğreti, 20.Yy başlarında bilindiği gibi önce tek bir ülkede yani Sovyetler Birliği’nde, sonra da birçok ülkede yeni bir devlete model olurken kapitalist ülkelerin ekonomik ve sosyal yapısına da etkide bulunmuştur. Kapitalizmin gelişiminin yarattığı dengesizlikler, krizler ve büyüyen eşitsizlikler devletin müdahaleci bir görünüm kazanmasına, karma ekonomik sistemin ve sosyal devlet anlayışının yaygınlığına yol açmıştır. Ancak birçok ulusun bir araya gelmesiyle ilk sosyalist denemeyi gerçekleştiren Sovyetler Birliği’nde ise 1980’lerin sonundaki likidasyondan sonra yeni bir yapılanmaya gidildi. 21 Kasım 1991’de hukuken son bulmasından sonra sosyalist birlikten kopan ülkeler bir araya gelerek aralarında yeni örgütlenmeler meydana getirdiler. Eski Sovyetler Birliği’ne bağlı 11 ülke Almatı toplantısında yeniden bir araya gelip Bağımsız Devletler Topluluğu’nu kurmuştur. Sovyetler Birliği’nin tasfiye süreci ile ulus-devlet, ulusal doktrin, milliyetler meselesi gibi konular yeniden tartışılmaya başlanmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeniden tartışılıp gündeme taşınan milliyetler sorunu konusu hatırlanacağı gibi aydınlanma felsefesi ve modernizmin dayandığı ilkelerden bir tanesiydi. “Ulusal Sorun” başka bir yazı konusudur…
Bilimsel sosyalizmin biraz önce sözünü ettiğimiz üç ana özelliğinin ilk habercisi de yine Fransız Devrimi’nin “sosyal demokrat” Jakobenciliği ile Babeuf’ta biçimlenen “komünist” başkaldırma düşüncesidir. Ancak bu görüşler Blanqui’nin etkisinde önce anarşizm sonra Leninist bakış doğrultusunda işçi sınıfı temelinde gerçekleştirilmiştir.
Fransız İhtilali’ne yön veren, etkileyen Montesquieu’nun ve Jean Jacques Rousseau’nun görüşleridir. Rousseau, Toplum Sözleşmesi’nde devletin insanlar arasında kollektif iradenin sonucu birliktelik olduğunu ortaya koymuş ve egemenlik kavramına açıklık getirmiştir. Montesquieu ise devlet iktidarının yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrımına dayanması gerektiğine dikkat çekmiş giderek bu görüşleri Fransa’da devrimden önce mutlak monarşik devlet yapısını derinden sarsmıştır.
Mutlak monarşik sistemler kralın egemenliğine dayanmaktadır. 1789 Fransız burjuva insan ve yurttaşlık hakları bildirgesindeki haklar Marksist düşünürler tarafından da yorumlanmış ve insanın insanı sömürmesinin önündeki en büyük engel olan temel özgürlüklerin ancak sürekli ve sınıf bilinçli mücadele yoluyla kazanılabileceği ifade edilmiştir. Lenin’e göre proletarya sınıfı için gerçek demokrasi de burjuvaziye karşı uygulanan diktatörlüktür bu anlamda...
Fransız Devrimi krallığın ve feodalitenin egemenliği altındaki halkların ulusal devlet kurma hakkını savunmuştur. Bu sürece giderken hangi gelişmelerin etkisi olmuştu, hatırlayalım. Fransız ihtilâlinden önce Fransız toplumu üç sınıflı bir toplumdu. İlk ikisi imtiyazlıydı: Asiller ve Rahipler.
İlk iki ayrıcalıklı zümrenin dışında kalan kesim ise “tiers etat” adıyla “halk”tan oluşmuştu. Halk ise orta ve küçük burjuvalardan, köylülerden ve işçilerden meydana gelmekteydi. Feodalist ortaçağ topluluğunun başını kral çekmekteydi. Kral mülk ve üretim araçlarının sahibi olan sınıfların çıkarlarını gözetirdi. Emekçilerin tamamı ise tiers etat içinde yer alıyordu. Emekçiler başından beri tiers etat içinde yer alan burjuvalarla kendi çıkarlarının çeliştiğinin bilincine varmış değillerdi. Ta ki Babeuf, Blanqui, Saint-Simon, Fourier gibi ütopik sosyalistlerin ve Marksist düşünürlerin ortaya çıkışlarına kadar...
Burjuvazi ekonomik ve sosyal imtiyazları temsili demokrasinin ve burjuva hukukunun oluşturulmasıyla sağladı. Aslında burjuvazinin getirdiği evrensel akılla insana bakış soyuttu. Burjuvaların “millet” adını verdikleri kavram ise hukuk bakımından eşit ve bölünmez bir bütün yani soyut anlamda halktır. 18 ve 19.Yy’larda emperyalizme karşı bilinçlenmiş sosyal sınıflar için “milli egemenlik” teorisi ise soyut halk anlayışından ileri gelmekteydi. Ta ki sömürülen halkın kendini “proletarya” diye tanımlayarak örgütlü sınıf niteliği kazanmasına kadar...
Oysa 1789 Fransız Devrimi’nin kurucuları için halk hiçbir ayrılık ve bölünme ifade etmeyen bir bütündü. Evrensel akıl ise burjuvazinin çıkarlarına denk düşüyordu ve aklın egemenliği burjuvazi açısından egemenliğini sürdürmek anlamına geliyordu. Marksist düşünürler için Fransız kurucu meclisinin milli egemenlik kavramına karşılık Jean-Jacques Rousseau’nun ortaya attığı “halk egemenliği” kavramı önemliydi. Çünkü Rousseau, burjuvalara göre daha devrimciydi ve küçük burjuvaların çıkarlarını temsil ediyordu. Mutlak demokrasiden yana olan ve ihtilalin başlarında cumhuriyetçilerin radikal kanadı olarak rol oynayan Jakobenlerin görüşlerini dile getiriyordu.
19.Yy’a kadar başta yasama yetkisi dâhil bütün yetkilerini tanrıdan aldığını iddia eden kralın iktidarına karşı önemli bir adımdı bu. 1302 yılında kurulmuş olan ve İmtiyazlı sınıfların temsil edildiği “etats generaux” meclisi ise temsili bir siyasal danışma organıydı sadece.
Meta üretiminin giderek artması ve ticaretin büyümesiyle asiller ile ruhban sınıfı dışında gelişmeye başlayan burjuva sınıfı 17.Yy’dan itibaren mecliste daha fazla temsil edilme olanağı buldu. 17 Haziran 1789 tarihinde de Fransız kurucu meclisi “millet meclisi” adıyla değiştirilmiş ve oluşturulan komisyonun hazırladığı anayasa bildirisiyle kralın yetkileri bu meclise geçmiştir. Feodalitenin egemenliğinden millet egemenliğine dönüşüm insanlık tarihi açısından da bir dönüm noktası oldu. 1789’da ilan edilerek 3 Eylül 1791 tarihli Fransız anayasasıyla güvence altına alınan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”nde mülkiyet, özgürlük, güvenlik, baskıya karşı direnme gibi ileride işçi sınıfının da önünü açacak bazı temel insan hakları kabul edilmiştir.
Jean-Jacques Rousseau bireylerin doğuştan özgür olduğunu ancak üretimin gelişmesiyle birlikte eşitlik ve özgürlüklerin ortadan kalktığını ve herkesin katılacağı toplumsal bir sözleşme ile özgürlüğün yeniden sağlanacağını ileri sürmüştür. Rousseau toplumlar kalabalıklaştıkları için Eski Yunan sitesindekine benzer doğrudan demokrasi biçiminin, kararlara doğrudan katılımın ve eşitliğin ancak oybirliği ve temsilciler yoluyla sağlanmasından yanaydı. Güçler ayrılığı düşüncesini ortaya atan Montesquieu ve Emmanuel-Joseph Sieyès gibi düşünürler ise yönetimde soylularla birlikte burjuvaların yer aldığı ılımlı bir anayasal monarşiyi savunuyorlardı.
Kısaca öncelik ve ilkelerine baktığımızda, klasik ya da liberal demokrasi özgürlük ve katılım, Marksist demokrasi bağımsızlık ve kurtuluş, modern yani sosyal demokrasiler de temsil içermektedir.
1789 insan hakları bildirgesi iktidara karşı bireyin haklarını genişletme yanlısı bireyci ve burjuva özgürlük anlayışını yansıtan bir belgedir.
Temsili demokraside halk temsil etme yetkisini parlamentoya ve vekillere veriyordu. Sınırlı temsil ulusal egemenlik teorisiyle yerini toplu temsile bırakmıştır. Artık halkın siyasal iradeye sahip olup olmadığı veya iradesinin ne kadar yansıtılacağı sorunu büyük topluluklar söz konusu olduğundan genel oy ve siyasal partilerin konusuymuş gibi görünüyor. Yani siyasal partilerle demokrasiyi sağlama durumuyla karşı karşıya kalındı.
Bu Montesquieu görüşlerine yakın bir yaklaşımla burjuva toplum örgütlerinin ya da seçkinlerinin veya baskı gruplarının temsil edilmeleri demek. 18.yy’ın burjuvazisi açısından ulus-halk kavramı herkesi içeren soyut bir ifadeydi. Yani halkı oluşturan bireylerin birbirlerinden farkı olmadığı düşünülüyordu. Amaçlanan da aslında bu yaklaşımla halkı yönetmekti. Tabii iktidarı da halktan korumak. Oy hakkı bile tanınmamıştı halka. Jean-Jacques Rousseau’nun halk egemenliği kavramıyla geniş halk kitleleriyle gerçek halk arasındaki boşluğu sembolik olarak dolduracak oy hakkı tanınmıştır.
Oysa 1789 burjuva insan hakları bildirgesi Rousseau’dan çok direktuvar üyesi burjuva sınıf temsilcisi E. Sieyes’ten etkilenmiş ve egemenliği doğrudan doğruya halka değil millet tüzel kişisine tanımıştır. Böylece burjuvaziye egemenlik sağlanmıştır. Yani Fransız Kurucu Meclisi halk kavramını soyutlaştırmıştır. Millet kavramı ise “yaşamış ve yaşayacak kuşakları içine alan, uzak geçmişten sonsuz geleceğe doğru sürüp giden, kendisini teşkil eden gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü bir kişiliğe ve iradeye sahip olan bir tüzel kişilik” olarak kabul edilmektedir. Halkı da kapsayan ama halkın üstündeki bir tüzel kişilik...
Bu anlayış sonucunda halk adına kanun yapanlar millet temsilcileri sayılacak ve bağımsızlaşacaklar halkın çoğunluğunu temsilden de yoksun bırakacaklardı. Açıkça burjuva egemenliğinin meşruluğu demekti bu...
Bu açıdan da getirdiği haklarla bu bildiri bir hukuk belgesinden çok bireyci dünya görüşü ile felsefesini yansıtan belge niteliği taşımaktadır.
Jakobenlerin ise egemenlikle ilgili tutarlı görüşleri yoktu. Demokrasiye bakışları burjuva koşullarının zorlamasıyla değişen sosyal demokrasi denemesine benzer küçük burjuva ve kaypak bir demokratlıktı. Gracchus Babeuf ise başlarda Jakobenizme bağlı olmakla birlikte eşitlik ilkesine yeni bir yorum getirerek Babuvizmin temellerini atmıştır. Babeuf’a göre yasalar önündeki eşitlik şekli eşitlikti. Gerçek eşitlik ise “üretimden eşit pay almak” demekti. Marks kollektif mülkiyeti savunan Babeuf’u kapitalizmin azgınlaşmadığı dönemden bir bilimsel sosyalizm habercisi olarak kabul etmiştir.
Devletle ilgili uluslararası hukuk düzenlemelerine bakalım biraz da...
Devletin doğmasından sonra dört unsur biraraya geldiğinde devlet kavramı ortaya çıkıyor. Devletler de ortaya çıkarken büyük mücadeleler veriyorlar. Asli doğanlar dışında fer’i doğan devletler başka devletlerin zararına doğuyorlar.
Devlet ister asli, ister fer’i doğsun, uluslararası tanınma yani enternasyonal unsur gerçekleşmeden diğer devletlerle ilişkilere girmesi güç oluyor. Tanıma da iki şekilde oluyor. Biri hukuki tanıma, diğeri fiili tanıma. Bugün için en geçerli tanıma hukuki tanıma biçimidir. Bunun için devletin Birleşmiş Milletler’e üyeliğinin kabul edilmesi yeterli görülüyor. Yani hiçbir devlet dünyada tek başına hareket edebilme serbestisine sahip değil. Devletlerin uluslararası devlet hukukuna göre hareket etmesi gerekiyor.
Bir devlet doğumundan sonra diğer devletlerin bazıları tarafından tanınabilir. Bu fiili tanıma biçimidir. Tanıma bir de sonuçlarına göre çeşitlenebilir. Bunlarda devlet içindeki grupların tanınmasıdır. Ülke içinde çıkan bazı karışıklıklar sebebiyle doğan bazı hareketler uluslararası camiada isyan kabul edilebilir. İsyan eden gruba asi sıfatı tanınabilir. Uluslararası camiada asi sıfatının tanınması o gruba birtakım haklar sağlıyor veya sağlaması gerekiyor diyor hukukçular. İsyan eden gruplar ülkenin bir parçasını düzenli bir şekilde hâkimiyetleri altına alırlarsa bu gruplara da diğer devletler muharip sıfatını veriyorlar. Örneğin, Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin durumu böyleydi. TBMM hükümetini Afganistan, Pakistan ve Fransa tanımıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Çekoslovakya ve Polonya gibi ülkelere ulusluk sıfatı tanınmıştı ve bu tür tanınma hukukçu çoğunluk tarafından da benimsenmiştir.
İktidarların tanınması için bugün kabul edilen hâkim görüş ise günümüzün koşullarını yerine getirmeleridir. İktidarın tanınması her ne kadar devletlerarası hukukta devletin tanınması kadar önem taşımıyorsa da uluslararası hukukun bir sorunu olarak görülmüştür.
Modern devletin dediğimiz gibi iki temel niteliği bulunmalıdır. Birincisi demokratik olması, ikincisi hukuk devleti olması. Devletin hem demokratik hem de hukuka uygun olması da doğrudan iktidarı ilgilendiriyor. Bu da her şeyden önce tabii bir ideoloji sorunu.
Kapitalizmin devletin faaliyet alanlarını adalet ve yönetim işiyle, ulusal savunma ve eğitimle sınırlamasına karşın sosyalizmde faaliyet alanı genişlemiş ve bütün alanlara girmiştir. İster batılı demokrasiler olsun, ister Marksist demokrasi olsun bütün demokrasi biçimleri sonuçta uygulandıkları aşamada değerlendirilirler. Zira bütün demokrasiler özünde halkın iradesini yansıttığında değer kazanırlar.
Marksist düşünürlerin belirttiği gibi bugün uluslararası hukuktan sözediliyor ama uluslararası devletlerden de sömüren ve sömürülen diye bahsedilebiliyor. Rosa Luxemburg’un ulusların savaşının emek ile sermaye savaşına dönüşmesi nitelemesindeki gibi, bundan da en büyük zararı uluslar değil hiç kuşkusuz sömürülen emekçi kitleler görüyor.
Türkiye 1923’e kadar devlet olmanın unsurlarından biri olan enternasyonal unsur yani uluslararası tanınma unsurunu taşımadığından devlet olma niteliğini elde edememiş ancak 1932’de Birleşmiş Milletler’e üye kabul edilmesinden sonra hem tanınma hem de devlet olma niteliği gerçekleşmiştir. 1923’te TBMM ile yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı konvansiyonel rejim tarzında bir yönetim kurulmuştur.
1933’ten sonra Avrupa faşizmin etkisi altındaydı. 1933’te Almanya 1934’te de İtalya faşizmi hem Avrupa’yı hem de Ortadoğu’yu tehdit ederken Türkiye istikrarlı ve güçlü bir ülke görünümüyle bütün barışçı amaçlı anlaşmalara katılarak savaşın dışında kalmaya çalıştı. Tabii Türkiye’nin bütün anlaşmalara katılabilmesi ve dış ülkelerle ilişkiye girmesi 1923’te kurulmasından sonra 1932’de de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmesi ve uluslararası alanda tanınması yoluyla olmuştur.
Fransa’da gerçekleşen burjuva devrimi hem reform ve rönesans ile birlikte dünyanın laikleşmesini hem de dünyanın coğrafi olarak büyümesini sağladı. Siyasal gelişmeler özellikle Avrupa’da ulus-devlet olgusuyla tanışılmasını ve bununla birlikte yeni ulus devletler de ekonomik zenginlik, askeri ve siyasal güç gibi kavramlar ortaya çıkmasını da sağladı.
Ulus-devlet demokrasinin ilk uygulama biçimlerini getirmiştir ama ulusların birbirleriyle bu kavramlar ışığındaki üstünlük mücadelesi sonucunda faşizm olgusunun türemesi de gerçekleşmiştir. Avrupalı ulus-devletle ilgili zenginlik ve güç gibi kavramlar bunların kime ait olacağı sorusunu da getirmiştir. Egemenlik dolayısıyla siyasal gücün diğer deyişle siyasal iktidarın kime ait olacağı sorusudur bu...
Bireysel iktidar ya kol gücü, zekâ, silah, zenginlik ve bunların sonucunda elde edilen sosyal güce dayanıyordu ya da daha güçlüye boyun eğme, zorunlu saygı ve sempatiye...
Ya devletle ilgili olan iktidar yani kurumsal iktidar kime ait olmalıydı?
Buna verilecek yanıt aslında demokrasinin orada olup olmadığının da bir işareti olacaktır.
18.Yy’a kadar iktidar hep tanrıya ait olmuştu. Krallar, imparatorlar ise hep tanrının dünyadaki temsilcileri olduklarını iddia etmişlerdi. Yönetilenler ise ya tanrıya olan inançlarından ya da baskı altında krallara imparatorlara boyun eğmek zorunda kaldılar.
Eski Yunan ve ortaçağda gelişme gösteren demokrasi ile teoriler 18.yy’dan önce kralın iktidarını devirmeye kadar varmamıştı. Fakat 18.yy burjuva devrimi bir gerçeği ortaya atmıştır. O da 18.yy düşünürleriyle özellikle Jean-Jacques Rousseau’yla ortaya konan iktidarın halka ait olması görüşüdür. Ulus ve halk egemenliği kavramları da bu görüşün savunulması sonucunda gelişmiştir.
İlkel toplumlarda iktidarın grubun kabul ettiği bireyde somutlaştığı görülürken özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla yani prekapitalist kollektif mülkiyetten özel mülkiyete geçişle birlikte iktidarın birey ya da bireylerde somutlaştığı görülür.
İlkel kölelikten feodal beye bağlı köleliğe geçiş sadece özel mülkiyete yani toprağa sahip olan feodal beyin iktidarını değil din ve askeri güce sahip kilisenin ve asker iktidarın ortaya çıkışına da neden olmuştur.
İktidarın birey ya da bireylere ait oluşu bireylerde aşırı bir bağımsızlık doğurmuş, iktidarın toplumun iradesini yansıtabilmesi için bir kurumsallaşmaya yani iktidar için uzmanlaşmaya gidilmesine gerek duyulmuştu. Bunun sonucunda ortaya çıkan iktidar da hukuk iktidarıdır.
İktidar kavramının geliştiği bu tarihsel süreç içerisinde batıda iktidar biçiminin gelişimi ile üretim ve mülkiyet ilişkilerinin gelişimi arasında sıkı bir ilişki olmuş ama hiçbir zaman hiçbir iktidar bütün toplumun iradesini yansıtabilme başarısını göstermemiştir. Günümüzde endüstriyel toplumlarda yerinden, özyönetim ya da baskı grupları örneğin basın-yayın ve stk’larla yönetime katılım (non-governmental organizations) gibi aslında sadece devletin özeksel yapısını etkilemeye dönmüş çeşitli özerklik çağrıştıran modeller denenmekte. Halbuki görünen o ki kamusal alan daraltılarak sosyal kazanımlar artık elden çıkmaktadır. Yani özünde hepsi temsili olmakla birlikte sözde doğrudan demokrasi için yapılanan yenilikçi hareketlerin birçoğu zaten büyük burjuvazi tarafından etkisizleştirilmiştir o da ayrı bir konu...
Doğrudan demokrasi dünyada artık sadece birkaç İsviçre kantonunda kalan bir uygulama olarak bilinir. Yerini alan temsili demokrasi ise iktidarları güçlendirebilecek yeni sistem olarak görülüyor. Dünyada çelişkiler doğuran acı ve yıkım ortadayken eşitsizliğe karşı diretmenin anlamı yok. İnsanlık artık ilerici deneyimler ışığında yeniden halkın tümünün iradesini yansıtabilecek yeni kurumlara, yeni düzenlemelere ihtiyaç duyuyor…
Tamer UYSAL
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
EDEBİYAT VE SÖYLEŞİ
1
Edebi Röportajlar Üzerine…
Roma İmparatorluğu döneminde kullanılan haber levhaları, Acta Diurna (Acta Publica), ilk günlük gazete ya da resmi gazete olarak kabul edilir. Roma döneminde yönetim ve halk arasında haberleşme Acta Senatus, Acta Urbis, Acta Publica adı verilen resmi gazete niteliğindeki bültenlerle sağlanırdı. Eski Çin’de hanedanlık tarafından Dibao adı verilen resmi gazeteler yayınlanırdı. Ortaçağda 14. Yy’da aristokrasinin kullandığı haber kâğıtları, matbaanın icadı, 17. Yy’dan sonra ticari kapitalizmin gelişmesiyle burjuvazinin kullandığı haber kâğıtları günümüzdeki gazeteleri ortaya çıkarmıştır. Gazete kelimesi ilk kez 1536’da Venedik’te kullanılmıştır. Günümüzdeki anlamda ilk gazete ise 1605’te Johann Carolus tarafından Strasborgh’da Almanca “aller Fürnemmen und gedenckwürdigen Historie” adıyla yayınlanmıştır.
Bilinen en eski dergi, 1663'te Hamburg’da yayımlanan edebiyat ve felsefe dergisi Erbauliche Monaths Unterredungen'dir. Magazine (dergi) ismini ilk kullanan Edward Cave’nin editörlüğünü yaptığı 1731'de Londra’da yayınlanan ve ilk genel kültür dergisi The Gentleman’s Magazine’dir. Arapça kaynaklı makhazin (ambar) isminden türemiş askeri kökenli materiel (askeri ambar) İngilizce isim kökenidir. Resimli haber dergilerinin öncüsü ise Berlin’de 1892’de yayınlanan Berliner Illustrirte Zeitung’tur. Dergi haftalık olayları fotoğraflarla yayınlanan röportajlarla birlikte vermekteydi. Modern gazetecilikle beraber röportaj türü de gelişmiştir.
Osmanlı Devleti’nde yayınlanan ilk gazete 1795’te Pera’da (Beyoğlu) Fransa elçisi Verninac-Saint-Maur tarafından kurulan Bulletin de Nouvelles’tir. 1828'de yayınlanan Vekâyi-i Mısriyye Osmanlı Türkçesi'yle yayın yapan ilk gazetedir. Takvim-i Vekayi 11 Kasım 1831'de yayımlanmaya başlanan ilk Osmanlı resmi gazetesi, 31 Temmuz 1840 tarihinde İngiliz diplomat William Churchill tarafından kurulan Ceride-i Havadis ilk yarı resmi Osmanlı gazetesidir. Osmanlılarda ilk dergi 1849’da yayınlanan Vekayi-i Tıbbiye, ilk resimli dergi ise 1862’de yayınlanan Mir’at’tır. İlk özel gazete ise 22 Ekim 1860'ta Şinasi ve Agah Efendi tarafından çıkarılan Tercüman-ı Ahval’dir.
Türkiye’de edebiyatçıların öncülüğünde gelişen gazetelerde röportaj yazı türü de yer almaya başlamıştı. Arapça bir kelime olan mülakât, karşılıklı buluşmak, görüşmek demektir. Türkçede bunun için görüşme, söyleşi ya da konuşma terimleri önerilmiştir.
Günümüzde mülakat yerine Fransızcadan Türkçeye giren "reportage" kelimesinin Türkçe telaffuzu olan röportaj kullanılmaktadır. Röportaj kelimesi, Latincede “getirmek, toplamak” anlamlarında kullanılan “reportare” kelimesinden gelir.
Kendi uzmanlık alanlarında tanınmış kişilerle hayatları, çalışmaları, eserleri ya da istenilen herhangi bir konuda sorulu-cevaplı olarak karşılıklı konuşmaların yazıya geçirilmesine mülâkat denir. Mülakat sözcüğüne karşılık günümüzde söyleşi anlaşılmaktadır. Röportaj ise mülakatı da içeren edebi bir yazı türüdür.
Seyahatnameler röportajın ilk örneklerini oluşturur. Türkçe sözlükte röportaj kısaca “Bir olayın yakınına gidip atmosferi vererek gerçekleştirilen tanıklıktır.” Modern anlamda 19. Yy’da ortaya çıkan yazım türü olan röportajın tarihi Halikarnassos (Bordum) doğumlu Herodotos’a hatta MÖ. 9.Yy’da İzmir’de yaşadığı sanılan Homeros’a kadar uzanmaktadır.
Antik çağın diğer ozanları da gezilerinde gördüğü yerleri ve insanları anlatarak çeşitli halk ve ülkeler hakkında toplumsal ve coğrafi bilgileri geleceğe taşıdılar.
Türk edebiyatında röportaj türünün ilk örneklerinin Evliya Çelebi tarafından verildiği görüşü yaygındır. İkinci örnek ise Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki adlı eseridir.
Ruşen Eşref Ünaydın, Türk edebiyatında sanatçıyla söyleşi türünün ilk örneğini vermiştir. Ünaydın’ın ilk defa 18 Ocak 1917’de Abdülhak Hamid’le Türk Yurdu dergisinde yaptığı söyleşi ise ilk edebi söyleşidir. Ünaydın, 1914-1918 yılları arasında ikisi kadın 18 sanatçıyla edebi ziyaret ve söyleşi gerçekleştirmiş, bu söyleşiler Servet-i Fünun ile Türk Yurdu dergilerinde “Edebi Ziyaretler ve Mülakatlar” başlığıyla yayımlanmıştır. Vakit gazetesinde devam eden söyleşiler, 1918’de de Diyorlar ki adıyla bir kitapta toplanmıştır.
Söyleşi gerçekleştirdiği edebiyatçılardan bazıları, A. Hamid Tarhan, Nigâr Hanım, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Emin Yurdakul, Halide Edip Adıvar, Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim’dir. Yazarlarla birlikte söyleşi yapılan ortamla ilgili gözlem ve betimlemeler de vermektedir. Genelde soru-yanıt yöntemiyle söyleşen Ünaydın’ın görüşmelerini röportaj değil edebi söyleşi diye nitelemek gerekir.
Röportajda söyleşide olduğu gibi yüz yüze konuşma zorunluluğu yoktur, farklı kaynaklardan bilgi derlemek, yakınlarıyla görüşme yoluyla gerçekleştirilebilir. Röportaj söyleşiyi de içermekle beraber araştırma ve soruşturmayı da gerektiren bir gazetecilik faaliyeti sayılmaktadır.
Ünaydın’ın 1918’de Yeni Mecmua’da yayınlanan “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal İle Mülâkat” başlıklı yazı dizisi röportajın toplumsal ve siyasal içerik kazanmasına katkı sağlamıştır. Bu görüşmenin yayımlanmasıyla röportaj türüne yönelim artmıştır.
Dünyada ilk edebi söyleşi örneğini Fransız yazar Jules Huret 1981’de L’Echo de Paris gazetesinde yayımlamıştır. Huret, edebiyatçılarla yaptığı 65 söyleşiyi 1913 yılında Enquête sur l'évolution littéraire adlı kitapta toplamıştır.
Ruşen Eşref Ünaydın, Mustafa Baydar’la yaptığı söyleşide Jules Huret’in röportaj kitabından habersiz olduğunu belirtir (Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar, İletişim Yayınları, 2015, s. 328).
“Türk Edebiyatında ‘Edebi Röportaj” adlı makalesinde Edebi röportajların geniş bir kaynakçasını da veren Nuri Sağlam, edebi röportajın Batı kaynaklı olmadığını, merak sonucu ortaya çıktığını ifade eder (Türk Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt 4, sayı 8, 2006, s. 415-478). Ruşen Eşref Ünaydın’ın röportajları Ruşen Eşref Ünaydın Bütün Eserleri adıyla Necat Birinci ve Nuri Sağlam tarafından hazırlanarak Türk Dil Kurumu Yayınları tarafından 2000’de yeniden yayımlanmıştı. 14 ciltlik eserin birinci cildinde Diyorlar ki, ikinci ciltte ise Atatürk’le yapılan röportajlar yer almaktadır.
1997’de İsmail Parlatır, İnci Enginün, Orhan Okay, Zeynep Kerman, Kâzım Yetiş ve Necat Birinci’nin Güzel Yazılar, Röportajlar adıyla hazırladıkları çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlanmış 43 röportajlık edebi röportaj antolojisinde Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki’de yer alan Ahmet Haşim’le yaptığı röportajı ilk sıraya yerleştirilmiştir.
Edebiyat sorunları hakkındaki görüş ve düşünceleri yansıtan yapıtıyla zamanın genç kuşaklarını da etkileyen Ünaydın, sonraki yıllarda benzer söyleşiler yapılmasına öncü olmuştur. Kitapta söyleşi yapılan sanatçılar karikatürist Cem ‘in (Cemil Cem) çizdiği birer karikatürle yer almaktadır.
1932’de gazeteci-yazar Hikmet Feridun Es dönemin önde gelen 43 edebiyatçısıyla kısa röportajlar yapmış ve Bugün de Diyorlar ki adıyla kitaplaştırmıştır. Ünaydın’ın yolunu izleyen Es, Falih Rıfkı Atay ve Faruk Nafiz Çamlıbel gibi seçkin edebiyat ustalarıyla yapılan anket derlemesiyle “edebiyat söyleşisi” alanında ilk yapıtlardan birini ortaya koymuştur.
Nusret Safa Coşkun Açıksöz gazetesinde 1936 yılında milli edebiyat konulu röportajlar yapmış, bu röportajlar 1938’de Milli Bir Edebiyat Yaratabilir miyiz? adıyla yayımlanmıştır. Kitapta, 29 şair ve yazarın yanıtına yer açılmıştır. Şaban Özdemir, Nusret Safa Coşkun’un yayınlamadığı röportajların devamını derleyerek kitabı 2018’de yeniden yayımlamıştır. Bu kitapta ise 46 şair ve yazarın görüşleri yer alır.
1942’de öykülere 1 ay gibi çok kısa bir süre ara verdiği dönemde Haber Akşam Postası gazetesi için muhabirlik yapan Sait Faik Abasıyanık, mahkemelerdeki röportajlarını kendi gözlemlerini de katarak “Mahkemelerde” başlığı ile yayınlamıştır. Abasıyanık’ın 28 mahkeme röportajı 1956 yılında Varlık Yayınları tarafından Mahkeme Kapısı adıyla kitaplaştırılmıştır. Mahkemelerde tutuklananların öykülerini kaleme alan Sait Faik, Şahmerdan kitabında da yer alan öyküsünden yargılanmasından sonra gazete muhabirliğini pek uzun sürdürmemiş, ancak, 1947’de Yedigün Dergisi'nde yayınlanmış 8 röportajına 1955'te Tüneldeki Çocuk adlı kitabında yer vermişti.
Sait Faik’i Yorumlayanlar Eleştirinin Eleştirisi (2020) adlı kitabında Mehmet Rifat, Sait Faik ile Sabri Esat Siyavuşgil’in yargılanmasıyla ilgili, “Sait Faik’in ‘Çelme’ başlıklı hikâyesi ikinci kez 1940’ta Varlık dergisinde yayınlandığında, derginin sahibi ve mesul müdürü Sabri Esat’tır. Hikâye aracılığıyla halkı askerlikten soğutmakla suçlanan Sait Faik ile Sabri Esat ‘Divanı Harb’i boylarlar. Savunma sonucunda da ikinci duruşmada beraat ederler.” demektedir.
1950-1960’lı yıllarda röportaj türünde eserler altın çağını yaşamıştır. 1953 yılında Varlık dergisinin yayımladığı Edebiyatçılarımız Konuşuyor dönemin şair ve yazarlarıyla yapılan konuşmaları içermektedir. Kitapta yazılı olarak verilmiş sorulara yazılı yanıtlar alınmış 20 röportaja yer verilmektedir. Şair ve yazarlar doğum tarihlerine göre sıralanmış her röportajın başına da sanatçının birer portre fotoğrafı ile kısa birer biyografisi konmuştur.
Gazeteci yazar Mustafa Baydar 1960’da yayımlanan Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar’da 1950-1960 arası Halide Edip Adıvar’dan Tahsin Yücel’e eski ve yeni parlamaya başlayan 50 sanatçıyla yaptığı söyleşiyle edebi söyleşi türünün önemli bir eserine daha imza atmıştı. Röportajların kimi gazete ve dergilerde kimisi de ilk defa bu kitapta bir araya toplanmıştır. Baydar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yaptığı röportajı da Zoraki Diplomat’ın Dedikleri (1970) adıyla yayımlamıştı.
Şair gazeteci Halit Gavsi Ozansoy da anket ve gazete röportajlarıyla tanınır. Röportajlarla başladığı söyleşi türünü 1962’de edebiyatçılarla yaptığı söyleşilerle sürdüren Ozansoy’un 2016’da Beş Kuşak Konuşuyor ve 40 Yıl Sonra Diyorlar ki adıyla röportajları Ali İhsan Kolcu tarafından kitaplaştırılmıştır.
Gazete röportajlarıyla tanınan Necmi Onur’un Yeni Gazete’de Ünlü Yazarlarımız Nasıl Çalışıyor başlığıyla röportaj dizisi (1970-1971) yayınlanmıştır.
1976’da Yaşar Nabi Nayır Edebiyatçılarımız Konuşuyor’daki 20 röportaja 23 röportaj ekleyerek Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor’u yayımlar.
Muzaffer Uyguner’in yayına hazırladığı Sait Faik Bütün Eserleri Açık Hava Oteli Konuşmalar Mektuplar adlı kitapta “Konuşmalar” adlı bölümde Sait Faik’le yapılmış bir kısmı edebî, 15 kısa röportaj bulunmaktadır. 1980’de Bilgi Yayınevi’nden yayımlanan kitabın “Röportajlar” alt başlığı altında da Sait Faik’in gezdiği çeşitli sanat müzeleriyle ilgili görüşleri yer almaktadır. Sait Faik’le yapılan röportajlar 2005’te Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan Hikâyecinin Kaderi-Bütün Yapıtları: Yazılar adlı kitapta da yer almıştı.
Refik Durbaş, Ahmed Arif’le uzun bir söyleşi gerçekleştirmiştir. Söyleşi önce Cumhuriyet gazetesinde daha sonra Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu (1990) adıyla kitap olarak yayımlanmıştır. Kitabın ilk baskısı Cem Yayınevi tarafından yapılmıştır.
Oktay Rifat’ın 1992’de yayımlanan Konuşmalar adlı kitabının ikinci bölümünde şairle yapılan 22 söyleşi yer almaktadır.
Etem Çalık 1993’te Edebi Mülâkatlar adıyla çeşitli dergilerde yayımlanmış mülakatlar arasından seçtiği 37 mülakatın yer aldığı bir edebi röportaj antolojisi yayımlamıştır.
Şiiri ve şairi tanımanın en güzel yolu şairin dizeleriyle yapılan gezidir. Halil Korkmaz, Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki (Yön Yayıncılık, 1993) adlı edebi söyleşi kitabında röportaj yaptığı şairin kendi dizelerinden örnekler üzerinden şairlere sorular yöneltmiştir.
Oktay Akbal’ın 1979 yılında yaptığı daha önce herhangi bir dergi ve gazetede yayımlanmamış röportajları 1999’da Çağdaş Yayınları’ndan Şairler ve Ben adlı kitapta “Altı Şairle Söyleşi” başlığıyla yayımlanmıştı. Sabahattin Kudret Aksal, Melih Cevdet Anday, Salâh Birsel, Necati Cumalı, Ceyhun Atuf Kansu ve Cahit Külebi’yle yapılan röportajlar Akbal’ın şiir üzerine yazılarını da topladığı Adam Yayınları’ndan 1982’de yayımlanan Önce Şiir Vardı kitabında da yer alır.
Behçet Necatigil’le yapılan röportajlar Düzyazılar 2 adıyla “Konuşmalar Konferanslar” alt başlığıyla Cem Yayınları tarafından 1983’te yayımlanmıştı. 1999’da da Düzyazılar II adıyla Yapı Kredi Yayınları’nda yeniden yayımlanmıştır. Kitapta Necatigil’le yapılan 33 röportaj yer bulmaktadır.
Hikmet Altınkaynak, 2000’de Yeni Bin Yılın Edebiyatçıları Söyleşiler kitabında 53 edebiyatçıyla yaptığı röportajı bir araya getirmiştir. Bir bölümü gazete ve dergilerde yayımlanmış bir bölümü de ilk kez bu kitapta yer almıştır.
Mehmet Nuri Yardım, 2000’de Romancılar Konuşuyor’da 54 romancıyla yapılan röportajları bir araya getirmiştir. 2001’de de Kelâm ve Kalem Konuşmalar adlı kitapta düşün insanlarıyla yaptığı 35 röportajı derlemiştir.
Kaan Özkan’ın Tahsin Yücel’le yaptığı 7 röportaj 2001’de Görünmez Adam: Tahsin Yücel Kitabı adıyla yayımlanmıştır. 2003’te Feridun Andaç’ın yayına hazırladığı Sözcüklerin Diliyle Konuşmak Tahsin Yücel ile Yüz Yüze adlı kitapta da Tahsin Yücel’le yapılmış röportajlar bulunmaktadır.
Öztürk Emiroğlu, 1950-1980 yılları arasında Hisar dergisinde yayımlanmış röportajları 2001’de Hisar’da Kültür ve Sanat Konuşmaları adıyla bir kitapta toplamıştır.
Zeynep Aliye 2001’de kimiyle yüz yüze görüşerek kimiyle görüşmeyip bilgi vermekle yetindiği 28 edebi röportajın yer aldığı Yüz Yüze Edebiyat Söyleşi adlı bir röportaj kitabı yayımlamıştır.
Adnan Benk kurup yönettiği Çağdaş Eleştiri dergisinde yayımlanmış söyleşilerini 2001’de Çağdaş Eleştiri Söyleşiler Yazılar adıyla derlemiştir.
Selim İleri, Attilâ İlhan’la yaptığı söyleşileri 2002’de Nâm-ı Diğer Kaptan “Attilâ İlhan’ı Dinledim” adıyla kitaplaştırmıştır. Attilâ İlhan´ın yıllarca asistanlığını yürüten Belgin Sarmaşık ise Attilâ İlhan’la yapılan söyleşileri 2004’te Attila İlhan: Açtırma Kutuyu - Röportajlar - 1 (1946-1983) ile Söyletme Kötüyü - Röportajlar 2 (1983-1987) adlı iki kitapta toplamıştır.
Ece Ayhan 1993’te Şiirin Bir Altın Çağı adlı kitabının içinde yer alan çeşitli sanatçılarla yaptığı söyleşileri 2002’de Hay Hak! Söyleşiler adıyla başka bir kitapta daha toplamıştır. Kitapta toplam 35 söyleşi yer alıyor.
Sermet Sami Uysal, 1954 yılında dönemin Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan söyleşileri 2004’te Eşlerine Göre Ediplerimiz adıyla aynı adla bir kitapta toplamıştır.
Mustafa Armağan, Refik Ahmet Sevengil’in 1935 yılında Her Gün Bir Ediple adıyla yayınladığı gazete röportajlarını 2004’te aynı adla kitaplaştırmıştır. Kitapta sırasıyla Hüseyin Rahmi Gürpınar’dan Etem İzzet Benice’ye 19 edebiyatçıyla yapılan söyleşi yer almaktadır. Tahsin Yıldırım da Ziya Osman Saba’nın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış söyleşilerini 2004’te Konuşanlar, Bir Hüzünle Sesinde adıyla derlemiştir. Seval Şahin Gümüş, Berna Moran’la çeşitli dergilerde yapılan röportajları 2004’te Edebiyat Üzerine Makaleler /Röportajlar adıyla kitaplaştırmıştır.
Sâmiha Ayverdi evinde yaptığı sohbetleri sonra röportaj şeklinde kaleme alarak 2005’te Mülâkatlar adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabında Salih Zeki, Ömer Rıza Doğrul, Behçet Yazar, Enis Behiç Koryürek, Safiye Erol ve Burhan Toprak gibi yazarlara yer vermiştir.
2007’de gazeteci yazarlarla yapılan sohbetleri Vasfiye Özkoçak Babıâli Sohbetleri: Ustalar, Ustalarını ve Anılarını Anlatıyor adıyla kitaplaştırmıştır.
Doğan Hızlan, 1997’de edebiyat dünyamızın tanınmış isimleriyle radyo ve televizyon sohbetlerini ve söyleşilerini, Söyleşiler, 2018’de Yazı Kalır adıyla bir araya getirmiştir.
Yazar eleştirmen Feridun Andaç da 1997’de yazın ve kültür yaşamımızın seçkin adları ile yapmış olduğu söyleşileri Söz Uçar Yazı Kalır Bu Günün Yazın ve Kültür Coğrafyası adıyla yayımlamıştır.
Siyaset, magazin, kültür, sanat, spor ve iş dünyasının ünlüleriyle röportajlar yapan Nuriye Akman 2000-2004 arasında gazetelerde yayımlananları derleyerek Mayın Tarlası Sınırı Zorlayan Sorular (2002) ve Başka Sorum Yok (2004) adıyla yayımlamıştır. Nuriye Akman, Füsun Özbilgen, Leyla Umar gibi yazar ve gazeteciler de röportajlarıyla tanınmaktadır.
2
Söyleşi mi Röportaj mı?
Hikmet Çetinkaya’ya göre röportaj yazısı günümüzde pek bilinmemekte röportaj dendiğinde söyleşi anlaşılmaktadır. (Söyleşi mi, Röportaj mı?, Atilla Girgin, Der Yayınları, 2007) Röportaj gazeteciliğe en yakın tür olarak görülmekte, gazetecilik ve edebiyat arasında bir yerde duran bir yazı türü olarak tanımlanmaktadır. Röportaj makale, deneme, sohbet, fıkra, eleştiri ve haber yazısı gibi bir gazete metni (yazısı) türü olarak edebiyattan beslendiği için bir edebiyat dalı olarak da kabul edilmektedir. Sözlükler röportajı konusu bir soruşturma ve araştırma olan gazete ya da dergi yazısı diye tanımlıyor.
Edebiyat kurgusal, röportajlar bazen fotoğraflarla da belgelenen gerçekçi metinlerdir. Röportajcı olaya kendi görüşlerini de katar ve yorumlayarak hikâye eder. Söyleşi ve Röportaj arasındaki farkları da şöyle sıralayabiliriz:
Röportajın en belirgin özelliği gözlem ve tanıklığa dayanmasıdır. Röportaj söyleşiyi de içerir, söyleşi röportaj içermez. Röportaj soru-yanıt aktaran metinlerden oluştuğu kadar gözlem, tasvir (betimleme) ve öznel (kişisel) ifadelerden de oluşmaktadır. Söyleşi genellikle en az bir kişiyle ve yüz yüze yapılır, röportajda ise birden fazla kişiyle görüşme yapılabilir veya konuşmadan da bir kişinin portresi yazılabilir. Röportajda özne olmayabilir hatta bir çiçek, bir hayvan, bir mekân üzerine yazılabilir. Söyleşi röportaj yapılan kişiyi merkeze alır, görüşmeci mümkün olduğu kadar geri plânda kalır. Röportajda duygu, düşünce ve yorumları yansıtmaktan kaçınılmaz, öyküleme üslubu vardır. Söyleşide konuşulan kişinin düşünceleri yer alır, röportajda yazı üslubu öne çıkabilir. (Soru Sorma Sanatı, Dünyada ve Türkiye’de Röportaj ve Söyleşi Geleneği, Sedef Kabaş, Doğan Kitap, 2009)
Röportaj, inceleme, araştırma ve gözlem gerektiren konularda kaleme alınmış yazı türü olarak tanımlanır. Basın sözlüğünde soruşturma ve araştırma yöntemiyle hazırlanan haber yazısı olarak ifade edilir. Röportaj, bir yazarın yazısını okur karşısında “konuşur gibi” kaleme aldığı, okura sorular soruyormuşçasına yine kendisinin yanıtladığı canlı ve içten bir anlatıma dayalı yazı türüdür.
Edebiyatçılara göre röportaj edebiyat sanatının bir kolu, edebi bir türdür. Röportajın öykü, roman, deneme ve gezi yazısıyla kesişen yanları vardır. İlgi çekici konularda, sorunları, kişi, yer ve olayları yerinde tanıtma amaçlı, belge ve resmi belgelere de dayanan, görsel öğelerle de desteklenmiş yalın (açık) ve anlaşılır bir dille yazılmış öğretici nitelikli bir yazı türüdür. Önemli bazı yazarlarımız röportajlarını kitaplaştırmışlardır.
Milliyet Sanat Dergisi röportaj özel sayısında (Sanat Dergisinin Soruşturması: Röportaj Yazarları, Röportajın Bir Edebiyat Dalı Olduğunda Birleşiyor, sayı 147, 29 Ağustos 1975, s. 6) röportaj hakkında Hikmet Feridun Es, “Haber dediğimiz nesnenin ‘olmuştur’, ‘bulmuştur’, gibi tel örgüleri ile sınırlandırdığı alanın öbür yanında ise röportaj başlar. Ve ‘olmuştur’, ‘bulmuştur’ diye anlatılandan da daha ‘insan ilgisi’ ve ayrıntılara girerek…” demektedir. (Milliyet Sanat dergisinden aktaran, F. Damla Kayayerli, Türkiye’de Röportaj Geleneği Bağlamında Yaşar Kemal’in Röportajları Üzerinden Nitel Bir Değerlendirme, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Medya Ve İletişim Sistemleri Yüksek Lisans Programı, 2012, s.12)
Hikmet Feridun Es, haberin sınırlandırdığı alanın öbür yanına geçip ayrıntılara girdiğinde röportajın başladığını dile getirmiştir.
Yaşar Kemal’e göre, “Haber gerçeğin kaba yansıması; röportajsa yaşamın özüne doğru iniştir. Röportaj bir edebiyat sayılabilir mi? Bu soruyla çok karşılaştım. Röportaj bir edebiyat sayılmak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu haberden ayıran nitelik, onun edebiyat gücüdür.” (Milliyet Sanat, 1975, s. 8)
Naci Sadullah Danış, röportajla ilgisi olmayan yazı türünün neredeyse bulunmadığını ifade ederken Nâzım Hikmet’in “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı “ ile “Taranta Babu'ya Mektuplar” adlı şiirlerini, şiir biçimine sokulmuş röportaj olarak değerlendirir.
Tanıklık ve gözlem sonucu elde edilen gerçek veriyi edebiyattan güç alıp anlatma sanatıdır röportaj. Röportajın özellikleri genel hatlarıyla şöyle sıralanabilir:
Gerçeklikten yola çıkan anlatım biçimi, tanıklıktan yararlanma, öznel bir doğruluğu sunma ve edebiyattan beslenme.
Söyleşi gerçeklerden ayrılamaz ve kurgusal olamaz. Haberde verilmeyen ayrıntıları kapsayan röportajın söyleşiden farkıysa yazım tekniğidir. Gazete yazım türleri arasında en sübjektif (öznel) olanı olarak gösterilir. Röportajcı fotoğraf makinesinin objektifi gibidir gerçeği kişisel görüşlerini katarak sübjektif bir doğruluk ölçütü içinden geçirip habercilik işleviyle gerçek biçimde yansıtır. Olayı yansıtırken içerikte nesnellik, üslupta öznellik vardır.
Röportajcılar kurgusal anlatım biçimi olan romanı geçmişin edebiyatı, röportajı ise bugünün yazı türü olarak ifade ederler. Röportaj sadece fikirlerin aktarımı değil çevrenin betimlenmesi, tasvir edilmesi yani bir tür canlandırmadır.
Röportaj konularına göre çeşitli türlere ayrılmaktadır: Portre röportajları, gezi/izlenim röportajları ve konu/haber röportajları.
Türkiye’de röportajın tarihine bakıldığında mülakat kavramı olarak ortaya çıktığı görülüyor. Portre röportajlarında görüşülen kişinin tanıtılması amaçlanır. Bu alanda ilk örnek edebi röportaj türündeki Diyorlar ki de bir portre röportajdır.
Mülakatçılık üzerine Ruşen Eşref Ünaydın, “Bir konuşmayı, renklerini ve vasıflarını belirterek canlandırmak için konuyla ilgili konuşanın kişiliğini biliş, eserini tanıyış, görüş tarzını kavrayış, konuşma tarzındaki özelliği seziş gibi âdeta ressam meziyetleri diyebileceğim birtakım tasvir kabiliyeti bir araya getirilmezse, mülakatçılığın ne demek olduğunu denememişlerse başkaları ağzından ziyafet çekme hükmüne bağlanıverecek derecede basit görünür de sanılan başarılı bir sonuç elde edilemez.” demektedir. (Ruşen Eşref Ünaydın’dan Hasan Âli Yücel’e “Diyorlar ki” İçin Bir Mektup, Nuri Sağlam, Kitabevi Yayınları, 2001, s. 127)
Çoğu röportajlar, gezi yazısıyla iç içe sunulur. Bütün gezginler birer röportajcıdır da denebilir. Bu tür röportaj yazıları gezi/izlenim röportajı türü içine girmektedir.
Seydi Ali Reis’in Çağatayca yazılan 1554 tarihli Mir'atü'l-Memalik (Memleketlerin Aynası) adlı eseri ilk Türk seyahatnamesi, Evliya Çelebi Seyahatname’si ise ilk Türk röportaj örneği olarak kabul edilmektedir. Gezip gördüğü yerlerin toplumsal yaşamını ve sorunlarını anlatır.
Nâmık Kemal’in 1867 ramazanına ait gözlemlerini aktaran “Ramazan Ta'rîf-i Ahvâline Dair Mektup” başlıklı üç sayılık bir seri makalesi “mahallî röportaj” türünün ilk örneğidir. Basiret gazetesini yayımlayan Ali Efendi ‘nin daha sonra İstanbul Mektupları adıyla basılan (hazırlayan Nuri sağlam) 1870-1878 arasında kaleme aldığı Şehir Mektubu başlıklı yazıları, Ahmet Rasim’in 1912’de yayınladığı Şehir Mektupları da şehir yaşamının konu edildiği röportaj türünün ilk örnekleri sayılabilir.
Cenap Şahabettin, Falih Rıfkı Atay, Hikmet Feridun Es gezi yazılarındaki röportajlarla dikkat çekmektedir. Melih Cevdet Anday, Çetin Altan, İlhan Selçuk gibi yazarlar gezi izlenimlerini yazarken röportaj yöntemini kullanmışlardır.
Röportaj yazısı araştırmacı gazeteciliğin bir yan koludur. Konu haber röportajlarıysa bilgi ve detay içerir. Araştırmacı gazetecilik de bu türden röportajları içermektedir. Savaş röportajları bu türün arasında sayılabilir. Times gazetesi savaş muhabiri William Howard Russell ilk savaş röportajı örneklerini vermiştir.
Ekim Devrimi ve Rusya’daki iç savaşı aktaran ve bu konu hakkında yazılmış Dünyayı Sarsan On Gün’ün yazarı Amerikalı gazeteci John Reed, İspanya iç savaşını izleyen, Guernica’nın bombalanışını dünyaya duyuran The Times savaş muhabiri İngiliz gazeteci George Lowther Steer, Vietnam savaşını aktaran Seymour Myron Hersh de örnek gösterilebilir.
Röportajlar anlatım biçimlerine göreyse, öyküleyici, betimleyici, açıklamalı ve tartışmacı olarak türlere ayrılmaktadır. Kısaca röportajlar, okuyucuyu ortamla bütünleştiren, zaman ve mekânın içindeymiş gibi hissetmesini sağlayan bir anlatım biçimiyle verilmektedir.
Bu türde eserlere Söyleşiler (Nurullah Ataç), Eşref Saat (Şevket Rado), Dilimiz Üstüne Konuşmalar (Melih Cevdet Anday), Muharrir Bu Ya (Ahmet Rasim) gibi yapıtları örnek verebiliriz. Röportaj yazısı yazarları arasında da Cenap Şahabettin, Attilâ İlhan ve Hasan Ali Yücel gibi isimler sayılabilir.
Nurullah Ataç, 1942-1945’te Cumhuriyet gazetesi ile 1945-1953’te Ulus gazetesinde yazdığı 90 yazıyı 1962’de Söyleşiler’de biraya getirmiştir. Ulus’ta yayımlanmış olanlarında bir varlıkla konuşur gibi sorular sorup kendi yanıtlayarak yazılarına bir röportaj havası vermiştir.
Çağdaş Röportaj Türkiye’de 1950 sonrası gelişmiştir. Yaşar Kemal Türkiye’de çağdaş röportajın kurucusu olarak kabul edilmektedir. Yaşar Kemal’in Bir Bulut Kaynıyor (1974) adlı röportaj kitabında Çetin Altan, Abidin Dino ve Sait Faik yer almışlardı. Gazetede yayımlanan röportajlarıyla Fikret Otyam ve Orhan Kemal gibi yazarları etkilemiştir.
Yaşar Kemal ve Fikret Otyam’ın röportaj yazılarında Anadolu’daki toplumsal sorunlar gözlemlere dayanıp irdelenerek edebi bir dille aktarılmıştır. Yaşar Kemal’in röportaj yazıları Bu Diyar Baştan Başa adıyla yayımlanmıştır. Yaşar Kemal, röportajı Binbir Çiçekli Bahçe (2009) adlı kitapta “haberin varamadığı yere yere varandır” şeklinde ifade ederek şöyle diyordu:
“Ben Vietnam savaşını ne haberlerden, ne de bilimsel araştırmalardan öğrenebildim, daha da ileri gidersem televizyon filmlerinden de öğrenmedim; ancak Vietnam savaşı üstüne birkaç röportaj okuyuncadır ki bu korkunç savaşın dehşetine varabildim.” (s. 115)
1960’lardan sonra önemli röportaj örneklerini verenler arasında, Halit Çapın, Yılmaz Çetiner, Nail Güreli, Cengiz Tuncer, Mete Akyol, Necmi onur, Kerim Korcan, Mustafa Ekmekçi, Dursun Akçam, Erol Toy gibi isimler sayılabilir
1955’te Çukurova Yan Yana ila Yaşar Kemal, 1959’da Ha Bu Diyar ile Fikret Otyam ve 1964’te İç Göç ile Tahir Kutsi Makal çağdaş röportaj türündeki ilk kitap örneklerini verdi. Fakir Baykurt, 1980 sonrasında kaleme aldığı öykülerde yurtdışında yaşayan işçilerin sorunlarını öykülerde geçen insanların anlatımlarından yararlanarak röportaj-hikâye üslubuyla kaleme almıştır.
Ancak günümüzde sanat ve edebiyatla haşir neşir olmayan, kitap okunmayan bir ortamın doğal sonucu olarak da araştırma, inceleme ve soruşturmalara dayanan bilgi, birikim ve emek gerektiren bir yazın türü olan röportaj yazıları gazetelerde eskisi kadar yer bulamamaktadır.
Röportaj yazınının sürdürülmesi “röportaj bal gibi edebiyattır” diyen Yaşar Kemal gibi ustaların açtığı yolda çaba göstererek ilerleyebilecek toplumsal sorunlara da daha duyarlıklı ve toplumsal olaylara derinliğine inebilecek gazeteci ile yazarların ilgi göstermesiyle mümkün olacaktır.
3
Edebi Söyleşilerinden Örnekler, Görüşler…
Çağının sorunlarını biliyorsan sanatçısın, değilsen ne ozan ne sanatçı ne de insansın.
(Tahsin Saraç)
Sınıflarını edebiyat derslerinin kazandırdığı itibarla geçtiğini söyler Yakup Kadri Karaosmanoğlu. (Dünkü ve Bugünkü Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yayınları, 1976, s. 9)
Her şey edebiyatı sevmekle başlar diyor Ahmet Hamdi Tanpınar ve ekliyor “Gençlere verecek tek nasihatim, bir jurnal (günlük) tutmalarıdır. İnsan her şeyi kendinden, hayatından çıkarır.” (s .53)
“Dışarıya kapalı bir dille yazıyoruz (…) Bizim en büyük sorunumuz kendimizi beğenmememiz, okumamamız. (… ) Gençler iki büyük madeni buldular: Halkın Dili ve Halkın Kendisi. “ (Ahmet Hamdi Tanpınar)
Toplumun yarınına karıncalar gibi çöp taşımakla mutluyum.” (s. 89) diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca ve ekliyor “Dile, toplum sorunlarına bütün eli kalem tutanların eğilmelerini isterdim. “(s. 91)
“Politika dışı kalmak, Fransızca deyimiyle apolitik bir varlık olmak insanın elinde değildir. Bu bakımdan her yazar her ozan gibi, geniş anlamda ben de politikanın içindeyim. “ (Oktay Rifat)
“Ozanın dili, kişiliği demektir.” (Melih Cevdet Anday)
“Her yeni şiir derinlerdeki içgüdülerin, tutkuların yeni biçimlerde verilişidir.”(s. 121) diyor Behçet Necatigil ve ekliyor “Önemli olan şairler değil, şiirler.” (s. 125)
“Soyut devimsiz olandır. Evrense baş döndürücü bir devim içinde. Her şey geçip gidiyor.” (Orhan Hançerlioğlu)
“Her sanat, alıcısını da elbette kendisi yetiştirir.”(s. 142) diyor Cahit Külebi ve ekliyor “Doğuda, hele bizde ozanlar her zaman boldur. Sıkıntılarını şiirle anlatmak isteyenlerin sayısı azaldıkça; buna karşılık, şiiri yazmadan da sevenlerin sayısı arttıkça, o ölçü kadar bizde kendimizi Batılılaşma yolunda ilerlemiş sayabiliriz. Elbette ki bu durum kendiliğinden gerçekleşemez. Her alanda olduğu gibi, işin temeli eğitim düzeyimizin yükselmesine bağlıdır.” (s. 143)
“Şiir edebiyatın özüdür. Benim için nerde bir roman, öykü, oyun ya da deneme varsa orda bir şiir sorunu da vardır.” (s. 155) diyor Sabahattin Kudret Aksal) ve ekliyor “Yaygındır şiir, vardığı sonuç yönünden yaygındır. “ (s. 156)
“Batının üç dört yüzyılda yaşadığı bir şiir serüvenini biz bir yüzyıldan daha kısa bir süre içinde yaşayıvermişizdir. Geliştirmeden, iyice içimize sindirmeden yaşamış, tüketmeden bırakıvermişizdir.“ (Sabahattin Kudret Aksal)
Şiddet ve acıklı karakterlerin kesin hatlarla çizilmiş olduğu konuların kötü edebiyat denilen şeye dâhil olduğunu ifade eden Oktay Akbal, “Öyle sanırım ki, en büyük sanatçılar bile hayatları boyunca en başarılı eserlerini veremediklerinden şikâyet edip durmuşlardır.” (s. 175) diyor.
“Kemal Tahir Bey Batı’dan kültür emperyalizmi olarak üstümüze çöken üstyapı kopyacılığına karşı direkt olarak halkla bağlantılı olmayı, Selçuklu olsun, Osmanlı olsun, hepsini batıdan gelene yeğlemeyi öneriyor. Ben, geçmişten elimizde kalanı değerlendirmek konusunda onlara katılıyorum ama ulusal ve yeni bileşimi yapmak için bu malzemenin yeterli olduğuna inanmıyorum.” (s. 194) diyen Attila İlhan, batıdan alacağımız pozitif kafanın elimizdeki ulusal malzemeyi değerlendirme olanağı sağlayacağına inandığını belirtiyor.
Dili hep araç bilip özene bezene kullanmayı yeğleyenlerden olduğunu belirten Metin Eloğlu, “Her ‘gerçek’ etkiler kişiyi; bu etkilenişler yeni bir ‘gerçek’e dönüşürken de en doğru çizgisini kendi çizer.” (s. 212) diyor ve ekliyor “Ozan şiirle savaşamaz; tüm boğuşmaları kendisiyle, gerçek Ben’iyledir. Dil’i zorluyorsa, imgeleri şımartıyorsa, ses tellerini dikenliyorsa, o kavganın buyruğuyla oluyor bu; ‘Şairâne işgüzarlık’tan değil...” (s. 215)
“Şiirin hammaddesi sözcüklerdir. Bununla birlikte, çoğu öznel durum ve deneyleri anlatmakta dil epeyce yoksuldur.” (s. 219) diyen Osman Türkay, “Bu dil yoksulluğu içinde şiir, gene de sözcüklerin anlatamayacağı bir evren kurar, tıpkı müzik gibi.” (s. 220) diye de ekliyor.
Türkay’ın açıklamasına göre duygu ve aklın birlikteliğini en uygun ifade eden biçim, şiir...
Şairin işinin soyutu somutlamak olduğunu belirten Edip Cansever, “kısaca, şiirsel sözün yaşamdaki yerini bulmasını sağlamak” (s. 228) diye ekliyor.
“Çağındaki sorunların bilincindeysen çağının sanatçısısın, yok eğer, insanlık onurunun kurtarılması savaşında gencecikler başak gibi biçilirken, sen şiirinde ince dizersen, çağ dışı kalmışsın demektir; dolayısıyla ne ozan, ne sanatçı, ne de insansın.” diyor Tahsin Saraç (s.242)
Özdemir Asaf 1978 yılında yayımladığı Yalnızlık Paylaşılmaz’daki şiirlerinde yalnızlık teması işler. Şiirle özdeyişin yine iç içe olduğu görülür. Ne var ki, artık özdeyiş şiirdeki öz duygu ile bütünleşmiştir. Şair, kitaba “Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur” diye başlamaktadır.
“Şiirin karşısında çaresiz ve zavallı bir düşkündür şair; bir cüzzamlı!.. Şairin belleğindeki yara bir türlü kabuk bağlamaz, zamanın irini sızar durur yüzlerine” diyor Osman Hakan A. (Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki, Halil Korkmaz, Yön Yayıncılık, 1993, s.12)
Osman Hakan A., “Tarih ve toplumun özüne yerleştirdiği şiiri, bir “Bayram” ve “Mutlak zamanın tortusu” olarak adlandırır Octavia Paz.”diyor. Hippocrates’in şu sözünü de anımsatıyor, “Sanat sonsuz, hayat kısa”dır. (s. 10)
Şairlerin yazmadıkları şiiri aradığını belirtir Sunay Akın. “Çünkü şairin en güzel şiiri henüz yazmamış olduğu şiiridir!” (s. 14)
İlk Nobel - Ödüllü Meksikalı, evrensel şair-düşünür-romancı Octavia Paz’ın dediklerini anımsatan Sunay Akın da, “Octavio Paz, tek bir şiirin varlığından sözedilemeyeceğini, her şairin yazdığı ayrı ayrı şiirlerin olduğunu söyler.” (s. 14) diyerek, ayrı ayrı şiirlerin tek bir şiirden daha önemli olduğuna dikkat çekiyor.
Ve “12 Eylül sonrasında kitap okuyan insanlar topluma yazı dışı insanlar tarafından ‘yasa dışı’ olarak tanıtılmadı mı?” (s. 14) diye soruyordu Akın.
Şairler bize lâzım ve onlar genç ölmemeliydi; 12 Eylül’ün yasadışı ilan ettiklerini aramıyor mu insanlık şimdi?
Mutlu bir aşk mı düşlediğin
Açıkmavi bir mutluluk mu?
diye soruyor şair Hüseyin Alemdar bir şiirinde. (s. 20)
Ve herşeye
Yetişme duygusu. (Ataol Behramoğlu)
dizesi için “Yine bizim kuşağı ve sonrakilere özetler” diyen Ataol Behramoğlu, “Ne Yağmur… Ne Şiirler…” adlı şiirindeki “Hayatımızın kanadığını görmüyor musun” dizesi için de, “60’lı yılların militan gençliğine ve bir sonrakilere ağıt.” (s. 33) diyor ve ekliyor: “Kanımızla Yazılmıştır Hayatın destanı.”
“Şiir umuttur.” diyor Nevzat Çelik, “Belleksiz insan yenilir! Şiir de!” (s. 51-s. 53)
Susmak
İlk şiir
Şiir-
İkinci ağlayıştır. (Kubilay Köseoğlu)
Kubilay Köseoğlu “Aşk, gizlerimizin, bir başkasının gizleriyle gizlice buluşmasıdır.” (s.92) diyor belki de Jean Paul Sartre’ye öykünerek . Sartre, Bulantı adlı romanda, “Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkûmdur.” der.
“İki fırtınanın tam ortasındaki uçurumda doğuyor şiir.” (s.92) diyerek ekliyor Köseoğlu:
“Bilgeler, peygamberler, filozoflar, şairler, bilginler…
“Önceden gören sonraya kalan insanlar…
“Kartal görkemiyle yalnız gökyüzünde, kanatları güneşe dokunsa da.” (s. 95)
Ya şiir, neyi değiştirir, bilincin
Andacı olmazsa bize. (Mustafa Köz)
Marks’ın “Yaşamımızı belirleyen, bilincimiz değil; bilincimizi belirleyen, yaşamın kendisidir” sözünü anımsatan Mustafa Köz, ““Şiir, yaşamın orijinidir. Tek sözcük bile yaşanana denk düşer çoğu zaman.” diyor. (s. 99)
Şiir eylemin önünde gider ama duyarlılıklarımızı bilince dönüştürmek gerekir diyor şair Mustafa Köz ve ekliyor: “Bilince dönüşmeyen sayıklamalar, mırıldanmalar ise şiir değil, ‘karınca duası’dır”. (s. 99)
Şiirlerinde hep sevda, umut ve arkadaşlığı aradığını belirten Cahit Külebi sevmekten ve yoksunluktan yana şiir yazmasını şiirinin karakteristiğine bağlar.
“Şiir kahve içmez, cinayet işler. “ (Özkan Mert)
“Çünkü şiir dünyaya bir sataşmadır.” diyor Özkan Mert. (s. 108)
“Evet bir çağsonu estetiğiyle kirli sularda yüzüyoruz. Her şey geçti… Dostluk, aşk, gelecek, tatlı sohbetler…” diyen Lale Müldür “aşkın nasıl bir şey olduğunu” anımsamamızı da istiyor. (s. 110)
“Şairin eylemi zaman-dışı’dır. Her şair sadece bulunduğu an’a ait değil, bununla beraber, geçmişe ve geleceğe aittir.” (Hasan Öztoprak)
Her şiirin sonunda bir çığlıktır beklenen (Sennur Sezer)
Sennur Sezer, “Ne kaldı sizden, insanlardan, aşktan, şiirden… Arıyorum. Sesinizi duyamıyorum. Afişler, reklamlar, sağır bir duvarlar dizisi örtüyor. Şiirin üstünü de. Bu yüzden şiiri kazıyorum, biriktiriyorum. Arındırmaya çalışıyorum. Üstündeki küften, boş sözlerden özentiden.” diyor (s. 129) ve ekliyor:
“Bir senaryoyu yaşıyor gibiyiz: Üret, tüket, üret… Suratını değiştir, elbiseni, papucunu, yürümeni. Ama yaşaman aynı kalsın. Gök daralsın. Soluğunu tut. Modası geçti insan olmanın. Ekrana bak. Televizyonun ekranına. Bilgisayarın ekranına. Yanıt orada. Çözüm orada. İnsan yüzü yok. Yasak.
“Ben aşkı düşünüyorum. İnsanı vareden olguyu. Tırnaklarımla kazıyarak çevremizi saran karanlığı. Yaşasın diye bir sap papatya, bir kök karanfil, bir çocuk sesi. Soruyorum, ne kaldı geriye bunca yaşanandan?” (Sennur Sezer)
“Şiir çaredir, çaresizlik gibi de yaşanır.” (Afşar Timuçin)
“Çokları aşk diye yalanı yaşadı. Oysa bizim her tutkumuzda yer yerinden oynardı.” (s. 133) diyen Afşar Timuçin, “İnsan tek başına hiçtir. İnsan bir başkasıyla bir olduğu, başkalarıyla yanyana geldiği ölçüde insandır” diye de ekliyor. (s. 134)
“Devlerle cüceler aynı şeydir. Önemli olan insan boyutlarında olmak. Gerçek düşünce ve gerçek sanat insan boyutlarındadır. Duyguları, düşünceleri, çabayı, amacı bölüşebildiğimiz ölçüde insanız. İnsan bölüştükçe insanlaşır, kendinden verdikçe. “ (Afşar Timuçin)
“Şair, dünyadan hiçbir şey beklemeden dünyayı sonuna kadar yaşayabilen böylece de sonuna kadar ölebilen kişidir.” diyor Mehmet Yaşın. (s. 140)
Hasretinden Prangalar Eskittim, Ahmed Arif’in hayattayken yayımlanan tek şiir kitabıdır. Ahmed Arif bu yapıtıyla toplumcu-gerçekçi şiirimizde büyük bir iz bırakmış, edebiyatımızın unutulmaz şairleri arasına girmeyi başarmıştı. 1968’de ilk baskısını Bilgi Yayınevi’nin yaptığı kitap farklı yayınevleri tarafından da defalarca basıldı.
Belinde Diyarbekir kuşağı
Zulasında kimbilir hangi hınç, hangi mısra
Yürür namus bildiği yolda...
Yürür yine de yalınayak ve
ayakları yanarak. (Ahmed Arif)
Ahmed Arif, “Ben şiirleri bekletirim. Mesela şimdi 20 yıldır hiç dokunamadığım şiir var. Öyle kalsın. Damıtılsın. Bir yere takılmışımdır. Oraya layık, oraya yakışan bir bölüm buluncaya kadar beklesin. Çünkü başı sonu iyi, arada bir yer sıradan, esnaf işi olmasın. Ben buna çok saygı duyarım.” (Ahmed Arif Anlatıyor Kalbim Dinamit Kuyusu, Refik Durbaş, Piya Kitaplığı, 1997, s. 23)
“Otuzüç Kurşun”u bir ağıt olarak yazdım. Bugün de öyle düşünüyorum. Klasik ağıt. Bizim Türkçemizde sözlü ağıtlar var ya, şivan. Öyle kaleme aldım. Yayımlayacağım filan hiçbir zaman aklıma gelmedi.” (s. 27)
“Madem öyle, kitabımın adı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ olsun dedim.
“Kimin hasretiyle’ diyorlar. (… ) Tabii sevgili de var bunun içinde. (…) Ama bunun yanında bizim halkımızın mutluluğu, gelecek bakımından güvenli bir hayata kavuşmasının hasreti de olacaktır.“ (s. 73)
İki yaprak arasında kıyılmış
Bir parçası var kalbimin
İncecik, ak kağıtlara sarılır,
Dar vakit yanar da verir kendini,
Dostun susan dudağına… (Ahmed Arif)
“Önce şiir vardı. Her şey şiirden doğdu… Bu dünya şiirsiz yaratılmış olamaz. İnsanoğlu şiirle konuştu ilk kez. Şiir yazmak için yarattı ilk sözcükleri… Bu yüzden ozanlar bir çeşit evliya, ermiş, peygamber sayılmışlardır eski zamanlarda. Bugün bile gerçek ozanlar toplumların öncüsü sözcüsü, yol göstericisi oluyorsa bunu, şiirin evrensel diline, gücüne borçludurlar… Onlar insanlık ulusunun, bir gün er geç kurulacak o büyük, tek ulusun, tek toplumun öncüleridir.”(Önce Şiir Vardı, Oktay Akbal, Adam Yayıncılık, 1982, s. 7)
Şair ve çevirmen Erdoğan Alkan, Arthur Rimbaud'nun yaşamı, sanatı ve tüm şiirlerini incelediği Ateş Hırsızı (Broy Yayınları, 1993) adında bir biyografik kitap yayınlamıştı. Alkan, şiir akımlarını ve şiirin temel konularını ele aldığı önemli bir yapıta daha imza atar: Şiir Sanatı. Kitapta, Rimbaud’nun şair Paul Demeny’ye yazdığı mektuba da yer verir. Rimbaud, Demeny’ye şiir hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir:
“Bilici olmak, görülmezi gören olmak gerekir diyorum. Tüm duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle bozup değiştirerek kendini bilici, görülmezi gören kılar ozan. Sevginin, acının, çılgınlığın bütün biçimlerini bozup değiştirmekle kendini bilici kılar; tüm ağuları kendi arar, onları kendinde tüketir ve bunların ancak özünü alıkor. Dille anlatılmaz bir kıyınçtır ki bu, burada ozanın artık büyük bir inanca, tam insanüstü bir güce gereksinimi vardır, bu acıda ozan ayrıca herkes arasında büyük hasta, büyük cani, büyük lanetli olur, -ve de yüce Bilgin! ... Demek ozan gerçekten ateş hırsızıdır.” (Şiir Sanatı Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık, 1995, s. 154)
Derleyen: TAMER UYSAL