Darbeci miydi, demokrat mı?
Geçen 27 Mayıs’ta darbe karşıtı sesler dört bir yandan yükselince, biz de konu ile ilgili düÅŸüncelerimizi izhar edelim istedik…
Darbeleri bol olan ve adeta darbe üreten bir ülkeyiz. Bir darbenin sene-i devriyesi gelmeyegörsün, yerden mantar gibi bitercesine peyda oluyorlar ve birer demokrasi havarisi olarak çıkıyorlar karşımıza… TV ekranları, gazete köÅŸeleri ve siyasi platformlar günlerce bu kiÅŸilerden geçilmiyor. Hani, Cemaziyülevvellerini bilmezseniz, her birini birer demokrasi, hak ve özgürlükler abidesi diye elinden öpesiniz gelir. Sanırsınız ki, Türkiye’deki darbeleri yapanlar, Türkiye’nin baÅŸbakanını, bakanlarını, gençlerini, aydınlarını ve kısaca bu ülkenin insanlarını idam edenler, sürgüne yollayanlar, zindanlara tıkanlar ve faili meçhullere kurban edenler aramızdan çıkmamışlar da gökyüzünden inmiÅŸler veya baÅŸka ülkelerden gelmiÅŸlerdir. Oysa içlerindeki bir avuç dürüst insanı dışta tutarsak, saÄŸdan sola, soldan saÄŸa, aydınından din adamına, Atatürkçüsünden sosyalistine ve milliyetçisinden muhafazakârına kadar bu demokrasiden dem vuranlar yalan söylüyorlar, takiye yapıyorlar ve ikiyüzlü oynuyorlar. Çünkü darbeleri eleÅŸtiriyorlar, ama bu darbeleri doÄŸuran ve her defasında darbecilere hamilik yapan rejime bir çift sözleri yoktur.
DoÄŸrusu toplumumuz hem “hâkimiyet kayıtsız ÅŸartsız milletindir” sözünün hakikatte bir karşılığının olmadığının ve hem de bu rejimin ve dolayısıyla anayasasının demokratik deÄŸil, daha çok darbeci olduÄŸunun bilincindedir. Bunun için gücünün yettiÄŸince seçimlerini hep doÄŸru yapmıştır. Ancak seçtikleri kiÅŸiler ve partiler her zaman gücünü ve meÅŸruiyetini rejimden ve anayasadan alan zorbaların zulmüne uÄŸradılar. Bazen de seçilenlerin kimi kendi ihtiraslarına yenik düÅŸerek emanete hıyanet ettiler. Fakat bunları enine boyuna ve derinlemesine deÄŸil, hala yüzeysel tartışabiliyoruz ancak. Çünkü bu rejimin darbeyi özendiren ve demokrasiyi öteleyen bir özelliÄŸi ve o içerikte bir anayasası var: “Hâkimiyet kayıtsız ÅŸartsız milletindir” hükmü ile milletin iradesini esas alırken, “Anayasanın birinci maddesindeki devletin ÅŸeklinin Cumhuriyet olduÄŸu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesi hükümleri deÄŸiÅŸtirilemez ve deÄŸiÅŸtirilmesi teklif edilemez” maddesi ile milletin iradesini ve egemenlik hakkını gasp ediyor. Sizce de bunun adı, bir zümreye istediÄŸi zaman darbe yapma yetkisi ve hakkı vermek deÄŸil mi?
Neden mi, darbecileri ve darbelerin tarihini Atatürk’ten baÅŸlatmalı diyoruz? Çünkü dikkat ederseniz, FETÖ de dâhil, bütün darbeler meÅŸruiyetlerini Atatürk’e ve onun ilkelerine dayandırıyorlar. Atatürk’ün darbeci olmadığının ispatı ile birlikte hem darbecilerin Atatürk’ü istismar etmelerinin ve hem de meÅŸruiyetlerini Atatürk’e dayandırmalarının önüne geçilmiÅŸ olur. Darbeyi yapanların diÄŸer bir sığınakları da ülkenin anayasaları olagelmiÅŸtir. Zaten anayasaların hemen hemen hepsinin birer darbe ürünü olması baÅŸlı başına darbeciliÄŸe davetiye deÄŸil mi? Öyleyse bu darbe karşıtı olduklarını iddia edenlerin yapmaları gereken ikinci bir iÅŸ de, anayasayı demokrasinin ölçülerine vurmaktır.
Bu endiÅŸelerimizden ve gerekçelerimizden hareketle darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı olduklarını iddia edenlere ÅŸu çaÄŸrıda bulunuyoruz: Demokrasinin ve Darbenin evrensel tanımlarını büyük harflerle yazıp önünüze koyunuz ve evvela Atatürk’ü; sözlerini, eylemlerini ve ilkelerini ve ikinci olarak da anayasayı bu ölçülere vurunuz. Tabii, bunu yapmak için demokrasi konusunda samimi olmanız ve Atatürk’ün, dolayısıyla anayasanın sizi çarpacağı korkusu hissetmemeniz gerekir ki, bu bir erdem ve bir bedel gerektirir. Türkçe’yi bilmeyenler bu sözümüzü Atatürk’e hakaret olarak alıp mal bulmuÅŸ maÄŸribi gibi hemen saldırıya geçmesinler. Çünkü “Atatürk’ün çarpması” demek, halk arasında da sıkça duyduÄŸumuz, (hâÅŸâ)“kitabın çarpması” ve “ekmeÄŸin çarpması” deyimleri gibidir. Yani dememiz o ki, Atatürk Anıtkabir’den kalkıp çarpmaz, ama onun adına çarpacaklar vardır. Zaten Arapça bir kelime “darbe” de “vurmak” ve “çarpmak” deÄŸil mi?
Sonuç olarak diyoruz ki, 1923’ten bu yana koca bir yüzyılı katliamlarla, daraÄŸaçlarıyla, sürgünlerle, darbelerle ve hiç eksik olmayan korkularla geçirdik, ama 2023 de bunun tekrarı olmasın! Bunun için de bu ülkenin vatandaÅŸları olarak sorumluluÄŸumuzu kuÅŸanmalı ve önümüzdeki üç yılı zihnimizdeki sorulara cevap ve sorunlarımıza çözüm bulmakla geçirmeliyiz. Mesela Atatürk’ün bir tanrı mı ve ilkelerinin kutsal birer buyruk mu olduÄŸu sorusundan baÅŸlayabiliriz. Çünkü Atatürk’ün etrafını saran ÅŸeytan üçgenini darmadağın edip de Atatürk’ü olduÄŸu gibi tanımadığımız ve tanıtmadığımız sürece Atatürk’ü istismarın devam edeceÄŸini biliyoruz. Hâkimiyetin kimde olduÄŸu sorusuna da açıklık getirmeliyiz. Bir de Türkiye’nin demokratik bir ülke olduÄŸunu iddia etmemizin bizi mevcut anayasayı da “deÄŸiÅŸtirilebilir bir kul yapısı mı veya deÄŸiÅŸtirilemez bir tanrı buyruÄŸu mu?” sorusu çerçevesinde tartışmaya götürdüÄŸünü artık bilmezlik yapamayız!
Mayınlara basmadan yürüyelim derken, yazımız da yine uzadı… Atatürk’ün bir darbeci mi veya demokrat mı olduÄŸu sorusundan girdik, Atatürk’ün etrafını saran ÅŸeytan üçgenini toplum olarak dağıtmamız gerektiÄŸi tespitinden çıktık. Ä°nÅŸallah baÅŸka bir yazıda da bu ÅŸeytan üçgenini irdeleriz. Bu vesile ile Atatürk’ü olduÄŸu gibi tanımaya ve tanıtmaya bir nebzecik katkımız olursa ne mutlu!
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
AK Parti’nin Ayasofya gerçeÄŸi konusunda kamuoyunu aydınlatma yükümlülüÄŸü var!
Ayasofya Camii’nin içine düÅŸürüldüÄŸü hal onlarca yıldan beridir dini ve siyasi istismar konusudur. Bir zamanlar birlikte “zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” diyenlerimiz 18 yıldan beridir hükümettedirler. Ama Ayasofya gerçeÄŸi ile yüzleÅŸmek ve sorunu çözmek konusunda herhangi bir çaba gösterdikleri söylenemez. Haddizatında bir milli iradeyi ve milli egemenliÄŸi doÄŸrudan ilgilendiren bu konuya AK Parti’nin de uzak durması düÅŸündürücü olduÄŸu kadar korkutucudur da… Çünkü ortada TBMM adına ve Atatürk’ün imzası da taklit edilerek gerçekleÅŸtirilen bir sahtekârlık var ve bu sahtekârlığa teslim olan hükümetler var!
Ayasofya’yı camiden müzeye dönüÅŸtüren kararnamenin sahte olduÄŸu konusunda kamuoyunun da artık hiçbir ÅŸüphesi kalmamıştır. Çünkü TTK baÅŸkanlığı ve milletvekilliÄŸi de yapmış olan tarihçi Sayın Yusuf HallaçoÄŸlu’na göre, bu kararname Resmi Gazete’de yayınlanmadığı gibi, kararnamenin altındaki imza da Atatürk’e ait deÄŸildir! HallaçoÄŸlu bununla da yetinmemiÅŸ ve Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için ilki 2013’te ve diÄŸeri daha sonra olmak üzere iki kez de kanun teklifi vermiÅŸtir. Her iki kanun teklifini reddeden de AK Parti’dir. Ancak reddetmesinin gerekçesi, söz konusu kararnamenin gerçek olduÄŸundan hareketle deÄŸildir. Demek ki, kamuoyunun hala bilmediÄŸi, ama bilme hakkının olduÄŸu gerçekler var. Ä°ÅŸte bu gerçeklerden hareketle kamuoyunun AK Parti’ye yönelttiÄŸi soru ÅŸudur: Ayasofya’nın hala müze olarak tutulmasına dayanak olan kararname sahte olmasına raÄŸmen sizi bu sahtekârlığın üzerine gidip gerçekleri ortaya koymaktan alıkoyan ÅŸey veya güç nedir, kimdir?
Ülke olarak vahim bir durumla karşı karşıyayız: Bir el TBMM adına ve de Atatürk’ün imzasını da kullanarak bir kararname hazırlıyor. Bu kararname ile Türkiye’nin iç iÅŸlerine ve egemenlik hakkına tecavüz anlamına gelen bir eylem gerçekleÅŸtiriliyor. Ve bu ülkenin hükümetleri baÅŸta olmak üzere diÄŸer ilgili kurumları bir ÅŸey yapmıyorlar, yapamıyorlar! Bu el her kimin ise, çok güçlü olduÄŸu ortadadır. TBMM’nin, hükümetin ve ilgili kurumların bu ele teslim olduklarını düÅŸünmek bile utanç vericidir!
Gerçi bu sahtekârlığa Atatürk’ün partisi olan CHP’nin de kayıtsız kalmaması ve en azından Atatürk’ün imzasını istismar edenlerden hesap sorması gerekir ve beklenirdi. Ancak onlar da bir caminin böylece kapanmış olmasından duydukları sevinçten mi veya baÅŸka nedenden dolayı mı, bilmiyoruz, bugüne kadar bu sahtekârlığın üzerine gitmediler.
HallaçoÄŸlu yeni katıldığı bir TV programında, “beni Patrikhane ve Vatikan adına aradığını söyleyen bir kiÅŸi Ayasofya’nın ibadete açılması yönünde TBMM’ne verdiÄŸim kanun teklifini geri çekmemi istedi ve bu isteÄŸini yerine getirdiÄŸim takdirde önümün açılacağını söyledi” demektedir. Ä°ster istemez insanın aklına ÅŸu soru da geliyor: Aynı kiÅŸi AK Parti’yi de arayarak, verilen bu kanun teklifini reddetmesi yönünde telkinde bulunmuÅŸ olmasın!
Bu günlerde bazı müstemleke zihniyetli tarihçilerin ve siyasilerin de Ayasofya’nın müze halinin devamı yönünde telkinlerde bulunup hükümeti de uluslararası baskılarla korkutmaları da yabana atılmamalıdır! Bizce bu kiÅŸiler Ayasofya’nın cami mi veya müze mi olması yönündeki bir kararın tıpkı bağımsızlık mı veya müstemleke mi ÅŸeklinde bir tercih olduÄŸunu bilmeyecek kadar cahil olamazlar. Türkiye’nin bir milli meselesi olan bir konuda dışarıdan bir telkinin veya müdahalenin Türkiye’nin egemenlik haklarına bir tecavüz olduÄŸunu bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi, araÅŸtırmak gerekir.
GöreceÄŸiz, AK Parti, Fatih Sultan Mehmed’in ve Ä°stanbul’u fethinin niÅŸanesi Müslümanların egemenliklerinin sembolü ve dahi onların emaneti olan Ayasofya Camii’ni yeniden ibadete mi açacak yoksa o da diÄŸer partiler gibi bu sahtekârlığa teslim mi olacaktır?
Elbette ki, AK Parti’nin iÅŸinin kolay olmadığının farkındayız. Ama bilmesi gerekir ki, milletin iradesine ne ölçüde sahip çıktığı ve devletin egemenliÄŸini ne ölçüde önemsediÄŸi konularında bir samimiyet testi ile karşı karşıyadır. Duamız ve arzumuz, AK Parti’nin yüzünün akı ile bu meselenin üstesinden gelmesidir. Ama bilmeleri gerekir ki, kamuoyu bundan böyle Ayasofya konusunda meselenin özünden uzak olan her söylemlerini ve her eylemlerini dini ve siyasi bir istismar olarak görecektir.
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Türkiye Kıbrıs, Suriye ve Libya’da olmalı, ama nasıl?
Ä°nsan, yaÅŸadığı süre boyunca elde etmek ve hükmetmek isteyen bir varlıktır. Elindeki ile yetinmez ve her zaman daha fazlasına sahip olmak çabası içinde olur. Ä°ster birey olsun, ister aile, grup, millet ve ister devlet olsun, insanın bu yöndeki isteÄŸi deÄŸiÅŸmez.
Sahip olmayı ve hükmetmeyi devletler bazında düÅŸündüÄŸümüzde de durum aynıdır, her devletin hedefi, eline geçirdiÄŸi ilk fırsatta baÅŸka ülkeleri de kendi hâkimiyetine almaktır. Devletlerin geneli ağırlıklı olarak tek milletten oluÅŸurlar. Ancak geniÅŸledikçe bu homojenliÄŸin yerini milliyet, renk, lisan ve din gibi özellikler bakımından çok çeÅŸitliliÄŸe ve dolayısıyla zenginliÄŸe bırakır. Bazı devletlerin kurucu unsurları birden fazla kavim olsa da, devletlerin genelinin kurucu unsuru tek kavim, yani günümüzün diliyle tek millet olur. Fakat her halükarda bunlardan biri daha fazla öne çıkar. Devlet olan millet bu gücünü kötüye kullanmadığı sürece sorun yoktur. DiÄŸer bir ifade ile bir millet devletin gücünü adalete aykırı bir ÅŸekilde kullandığı oranda sorunlar yaÅŸar. Nitekim günümüz ulus devletlerinin yaÅŸadıkları en büyük sorunlarından biri de budur. Biz de ulus devlet olarak bu insanlık dışı sorunu iliklerimize kadar yaÅŸamaktayız. Ki bu cümleyi aÅŸağıda biraz daha açacağız. Ä°ster ulus devlet olsun veya ister çok uluslu devlet ve bir de hangi dine veya dünya görüÅŸüne sahip olursa olsun, her devletin özünde ve hedefinde büyümek, geniÅŸlemek ve daha fazlasına hükmetmek vardır. Çünkü bunu kendi menfaatleri, kendi dini veya dini görüÅŸü adına bir yükümlülük olarak görür. Bu “menfaat” kavramına da bir açıklık getirmemiz gerekir. Bizim için asıl olan menfaatin meÅŸru olanıdır. Kim ve ne adına olursa olsun, hakkaniyet ve adalet ile örtüÅŸmeyen menfaatleri gayrimeÅŸru olarak görüyor ve reddediyoruz. Devletlerin kendilerinin veya baÅŸkalarının çıkarlarını hak ve adalet ekseninde savunmak ve korumak yönündeki çabalarını da olması gereken olarak görüyoruz. Bunun da sınırını devletler arasındaki coÄŸrafi-siyasi sınırlar deÄŸil, güç belirler. Çıkar gözetmekten, geniÅŸlemekten ve hükmetmekten kastımız, daha doÄŸrusu sahiplendiÄŸimiz menfaat anlayışı, tasvip ettiÄŸimiz geniÅŸleme ve hükmetme tarzı da meÅŸru ve adalet çerçevesinde olanıdır.
Gelelim Türkiye’nin Kıbrıs’ta, Suriye’de, Libya’da askeri veya baÅŸka bir ÅŸekilde olup olmaması gerektiÄŸi konusuna. Buraların yüzlerce yıl atalarımızın hâkimiyetinde olduÄŸunu biliyoruz. Mesela ben, o atalarımıza soracağım ilk soru, “sizin oralarda, baÅŸkalarının toprağında ne iÅŸiniz vardı?” ÅŸeklinde olmaz. “Sizin oraları almanızla birlikte oralarda adalet mi arttı, zulüm mü? Siz oralarda adaletle mi hükmettiniz, zulümle mi?”
Türkiye’nin bu andığımız yerlerdeki varlığını da bu çerçevede deÄŸerlendiriyorum. Hele hele “Yunanistan mı Kıbrıs’ta olmalı, Türkiye mi?”, “Ä°srail, ABD ve Rusya mı Suriye’de olmalı, Türkiye mi?” ve “Fransa, Rusya, Ä°ngiltere, ABD ve Rusya gibi güçler mi Libya’da olmalı, yoksa Türkiye mi?” gibi sorulara cevabım, kesinlikle Türkiye’den yanadır. Hemen belirteyim ki, benim Türkiye’yi tereddütsüz tercihim, Türkiye’nin yanlış olduÄŸuna inandığım politikalarını ve yanlış yaptığını düÅŸündüÄŸüm icraatlarını kabul ettiÄŸim anlamında deÄŸildir ve bu ÅŸekilde çarpıtılmamalıdır. Türkiye’nin oralarda olması her halükarda diÄŸer devletlerin olmasından çok daha iyidir ve bunu kıyaslamak bile bence yanlıştır.
Bununla birlikte bizim bu baÄŸlamda üzerinde durmamız gereken nokta ÅŸu olmalıdır bence; Türkiye hangi deÄŸerleri temsilen oradadır?
ÖrneÄŸin, ister ÅŸaman oldukları zamanlarda ve ister Müslüman oldukları dönemde olsun, yüz yıl öncesine kadar Türklerin tarihinde milliyetçilik yoktur. MilliyetçiliÄŸin Türklerin hayatına girmesi, bazı Türkler için belirleyici ve hatta bir din olması son yüz yıllık bir hadisedir. MilliyetçiliÄŸin bir iktidar aracına dönüÅŸtürülmesi ve akabinde devletin ilkelerinden biri olarak anayasaya sokulması Türk’ün sadece toplumsal ve siyasal hayatında deÄŸil, aynı zamanda inanç dünyasında da yeni bir dönüm noktası olmuÅŸtur. Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra Kürtlerle baÅŸladıkları Ä°slam eksenli kader yolculukları ve kardeÅŸlikleri milliyetçilikle büyük bir darbe aldı. On binlerce insanımızın yaÅŸamına mal olan milliyetçilik bugün de hala belirleyici olduÄŸu içindir ki, bundan kaynaklı sorunumuz da kan alarak devam ediyor. Bu da doÄŸal olarak zulme uÄŸrayan insanların bir kısmını hak aramak adına meÅŸru olmayan yol ve yöntemlere zorluyor. Devlet kendi vatandaÅŸları ile olan muamelelerinde adaleti esas almadığı sürece zaten her biri bu adaletsizliÄŸin bir eseri olan PKK ve benzeri yapılar da olmaya devam edecektir. Bunların varlığını eylem bazında yurtiçinde bitirebilirsiniz, ama Suriye’de veya Irak’ta yahut baÅŸka bir yerde karşınıza çıkacaklarını veya çıkarılacaklarını bilmelisiniz.
Türkiye’nin çıkarları oralarda olmayı zorunlu kılıyor. Nitekim yöneticiler de Türkiye’nin güvenliÄŸinin Türkiye’nin sınırlarıyla sınırlı olmadığının bilincindedirler. Türkiye kendi bekası için girdiÄŸi bu uzun soluklu mücadeleden-savaÅŸtan zaferle çıkmak istiyorsa eÄŸer, kendisinden çok daha güçlü olanların her türlü vahÅŸete boÄŸdukları ve onlarca yıldır sömürdükleri bu topraklarda sadece askeri yöntemlerle tutunamayacağını, tutunsa bile verimli olamayacağını bilmelidir. Bunun için de bir yandan, “Libya’da, Suriye’de veya ÅŸurada burada ne iÅŸimiz var?” diyen müstemleke zihniyete karşı mücadele etmesi ve diÄŸer yandan anayasadan baÅŸlayarak hayatın her alanında adaleti ve adaletin dilini hâkim kılmaya çalışması ve bunda samimi olduÄŸunu ispatlaması gerekir. Türk’ün onurunu Türkçülükle zedeleyenler ve Türkçülük üzerinden hamaset yapanlar baÅŸta olmak üzere herkes bilmeli ki, Türk’ü tarih sahnesine yeniden taşıyacak güç ne Kemalizm’dir ve ne de laiklik! Ä°slam’ı bu köhne deÄŸerlerin aleti yapmak ve bunların yedeÄŸine almak ise hiç deÄŸildir! Oralara götüreceÄŸi deÄŸerler de bunlar deÄŸil, sadece ve sadece adalettir!