Darbeci miydi, demokrat mı? AK Parti’nin Ayasofya gerçeği, Türkiye Kıbrıs, Suriye ve Libya’da olmalı, ama nasıl?


Bu makale 2020-06-20 20:55:53 eklenmiş ve 17629 kez görüntülenmiştir.
Kurdistan Yazarlar

 

Darbeci miydi, demokrat mı?

 

Geçen 27 Mayıs’ta darbe karşıtı sesler dört bir yandan yükselince, biz de konu ile ilgili düşüncelerimizi izhar edelim istedik…

 

Darbeleri bol olan ve adeta darbe üreten bir ülkeyiz. Bir darbenin sene-i devriyesi gelmeyegörsün, yerden mantar gibi bitercesine peyda oluyorlar ve birer demokrasi havarisi olarak çıkıyorlar karşımıza… TV ekranları, gazete köşeleri ve siyasi platformlar günlerce bu kişilerden geçilmiyor. Hani, Cemaziyülevvellerini bilmezseniz, her birini birer demokrasi, hak ve özgürlükler abidesi diye elinden öpesiniz gelir. Sanırsınız ki, Türkiye’deki darbeleri yapanlar, Türkiye’nin başbakanını, bakanlarını, gençlerini, aydınlarını ve kısaca bu ülkenin insanlarını idam edenler, sürgüne yollayanlar, zindanlara tıkanlar ve faili meçhullere kurban edenler aramızdan çıkmamışlar da gökyüzünden inmişler veya başka ülkelerden gelmişlerdir. Oysa içlerindeki bir avuç dürüst insanı dışta tutarsak, sağdan sola, soldan sağa, aydınından din adamına, Atatürkçüsünden sosyalistine ve milliyetçisinden muhafazakârına kadar bu demokrasiden dem vuranlar yalan söylüyorlar, takiye yapıyorlar ve ikiyüzlü oynuyorlar. Çünkü darbeleri eleştiriyorlar, ama bu darbeleri doğuran ve her defasında darbecilere hamilik yapan rejime bir çift sözleri yoktur.

 

Doğrusu toplumumuz hem “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözünün hakikatte bir karşılığının olmadığının ve hem de bu rejimin ve dolayısıyla anayasasının demokratik değil, daha çok darbeci olduğunun bilincindedir. Bunun için gücünün yettiğince seçimlerini hep doğru yapmıştır. Ancak seçtikleri kişiler ve partiler her zaman gücünü ve meşruiyetini rejimden ve anayasadan alan zorbaların zulmüne uğradılar. Bazen de seçilenlerin kimi kendi ihtiraslarına yenik düşerek emanete hıyanet ettiler. Fakat bunları enine boyuna ve derinlemesine değil, hala yüzeysel tartışabiliyoruz ancak. Çünkü bu rejimin darbeyi özendiren ve demokrasiyi öteleyen bir özelliği ve o içerikte bir anayasası var: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” hükmü ile milletin iradesini esas alırken, “Anayasanın birinci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” maddesi ile milletin iradesini ve egemenlik hakkını gasp ediyor. Sizce de bunun adı, bir zümreye istediği zaman darbe yapma yetkisi ve hakkı vermek değil mi?

 

Neden mi, darbecileri ve darbelerin tarihini Atatürk’ten başlatmalı diyoruz? Çünkü dikkat ederseniz, FETÖ de dâhil, bütün darbeler meşruiyetlerini Atatürk’e ve onun ilkelerine dayandırıyorlar. Atatürk’ün darbeci olmadığının ispatı ile birlikte hem darbecilerin Atatürk’ü istismar etmelerinin ve hem de meşruiyetlerini Atatürk’e dayandırmalarının önüne geçilmiş olur. Darbeyi yapanların diğer bir sığınakları da ülkenin anayasaları olagelmiştir. Zaten anayasaların hemen hemen hepsinin birer darbe ürünü olması başlı başına darbeciliğe davetiye değil mi? Öyleyse bu darbe karşıtı olduklarını iddia edenlerin yapmaları gereken ikinci bir iş de, anayasayı demokrasinin ölçülerine vurmaktır.

 

Bu endişelerimizden ve gerekçelerimizden hareketle darbe karşıtı ve demokrasi yanlısı olduklarını iddia edenlere şu çağrıda bulunuyoruz: Demokrasinin ve Darbenin evrensel tanımlarını büyük harflerle yazıp önünüze koyunuz ve evvela Atatürk’ü; sözlerini, eylemlerini ve ilkelerini ve ikinci olarak da anayasayı bu ölçülere vurunuz. Tabii, bunu yapmak için demokrasi konusunda samimi olmanız ve Atatürk’ün, dolayısıyla anayasanın sizi çarpacağı korkusu hissetmemeniz gerekir ki, bu bir erdem ve bir bedel gerektirir. Türkçe’yi bilmeyenler bu sözümüzü Atatürk’e hakaret olarak alıp mal bulmuş mağribi gibi hemen saldırıya geçmesinler. Çünkü “Atatürk’ün çarpması” demek, halk arasında da sıkça duyduğumuz, (hâşâ)“kitabın çarpması” ve “ekmeğin çarpması” deyimleri gibidir. Yani dememiz o ki, Atatürk Anıtkabir’den kalkıp çarpmaz, ama onun adına çarpacaklar vardır. Zaten Arapça bir kelime “darbe” de “vurmak” ve “çarpmak” değil mi?

 

Sonuç olarak diyoruz ki, 1923’ten bu yana koca bir yüzyılı katliamlarla, darağaçlarıyla, sürgünlerle, darbelerle ve hiç eksik olmayan korkularla geçirdik, ama 2023 de bunun tekrarı olmasın! Bunun için de bu ülkenin vatandaşları olarak sorumluluğumuzu kuşanmalı ve önümüzdeki üç yılı zihnimizdeki sorulara cevap ve sorunlarımıza çözüm bulmakla geçirmeliyiz. Mesela Atatürk’ün bir tanrı mı ve ilkelerinin kutsal birer buyruk mu olduğu sorusundan başlayabiliriz. Çünkü Atatürk’ün etrafını saran şeytan üçgenini darmadağın edip de Atatürk’ü olduğu gibi tanımadığımız ve tanıtmadığımız sürece Atatürk’ü istismarın devam edeceğini biliyoruz. Hâkimiyetin kimde olduğu sorusuna da açıklık getirmeliyiz. Bir de Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu iddia etmemizin bizi mevcut anayasayı da “değiştirilebilir bir kul yapısı mı veya değiştirilemez bir tanrı buyruğu mu?” sorusu çerçevesinde tartışmaya götürdüğünü artık bilmezlik yapamayız!

 

Mayınlara basmadan yürüyelim derken, yazımız da yine uzadı… Atatürk’ün bir darbeci mi veya demokrat mı olduğu sorusundan girdik, Atatürk’ün etrafını saran şeytan üçgenini toplum olarak dağıtmamız gerektiği tespitinden çıktık. İnşallah başka bir yazıda da bu şeytan üçgenini irdeleriz. Bu vesile ile Atatürk’ü olduğu gibi tanımaya ve tanıtmaya bir nebzecik katkımız olursa ne mutlu!

 

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

AK Parti’nin Ayasofya gerçeği konusunda kamuoyunu aydınlatma yükümlülüğü var!

 

Ayasofya Camii’nin içine düşürüldüğü hal onlarca yıldan beridir dini ve siyasi istismar konusudur. Bir zamanlar birlikte “zincirler kırılsın, Ayasofya açılsın” diyenlerimiz 18 yıldan beridir hükümettedirler. Ama Ayasofya gerçeği ile yüzleşmek ve sorunu çözmek konusunda herhangi bir çaba gösterdikleri söylenemez. Haddizatında bir milli iradeyi ve milli egemenliği doğrudan ilgilendiren bu konuya AK Parti’nin de uzak durması düşündürücü olduğu kadar korkutucudur da… Çünkü ortada TBMM adına ve Atatürk’ün imzası da taklit edilerek gerçekleştirilen bir sahtekârlık var ve bu sahtekârlığa teslim olan hükümetler var!

 

Ayasofya’yı camiden müzeye dönüştüren kararnamenin sahte olduğu konusunda kamuoyunun da artık hiçbir şüphesi kalmamıştır. Çünkü TTK başkanlığı ve milletvekilliği de yapmış olan tarihçi Sayın Yusuf Hallaçoğlu’na göre, bu kararname Resmi Gazete’de yayınlanmadığı gibi, kararnamenin altındaki imza da Atatürk’e ait değildir! Hallaçoğlu bununla da yetinmemiş ve Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması için ilki 2013’te ve diğeri daha sonra olmak üzere iki kez de kanun teklifi vermiştir. Her iki kanun teklifini reddeden de AK Parti’dir. Ancak reddetmesinin gerekçesi, söz konusu kararnamenin gerçek olduğundan hareketle değildir. Demek ki, kamuoyunun hala bilmediği, ama bilme hakkının olduğu gerçekler var. İşte bu gerçeklerden hareketle kamuoyunun AK Parti’ye yönelttiği soru şudur: Ayasofya’nın hala müze olarak tutulmasına dayanak olan kararname sahte olmasına rağmen sizi bu sahtekârlığın üzerine gidip gerçekleri ortaya koymaktan alıkoyan şey veya güç nedir, kimdir?

 

Ülke olarak vahim bir durumla karşı karşıyayız: Bir el TBMM adına ve de Atatürk’ün imzasını da kullanarak bir kararname hazırlıyor. Bu kararname ile Türkiye’nin iç işlerine ve egemenlik hakkına tecavüz anlamına gelen bir eylem gerçekleştiriliyor. Ve bu ülkenin hükümetleri başta olmak üzere diğer ilgili kurumları bir şey yapmıyorlar, yapamıyorlar! Bu el her kimin ise, çok güçlü olduğu ortadadır. TBMM’nin, hükümetin ve ilgili kurumların bu ele teslim olduklarını düşünmek bile utanç vericidir!

 

Gerçi bu sahtekârlığa Atatürk’ün partisi olan CHP’nin de kayıtsız kalmaması ve en azından Atatürk’ün imzasını istismar edenlerden hesap sorması gerekir ve beklenirdi. Ancak onlar da bir caminin böylece kapanmış olmasından duydukları sevinçten mi veya başka nedenden dolayı mı, bilmiyoruz, bugüne kadar bu sahtekârlığın üzerine gitmediler.

 

Hallaçoğlu yeni katıldığı bir TV programında, “beni Patrikhane ve Vatikan adına aradığını söyleyen bir kişi Ayasofya’nın ibadete açılması yönünde TBMM’ne verdiğim kanun teklifini geri çekmemi istedi ve bu isteğini yerine getirdiğim takdirde önümün açılacağını söyledi” demektedir. İster istemez insanın aklına şu soru da geliyor: Aynı kişi AK Parti’yi de arayarak, verilen bu kanun teklifini reddetmesi yönünde telkinde bulunmuş olmasın!

 

Bu günlerde bazı müstemleke zihniyetli tarihçilerin ve siyasilerin de Ayasofya’nın müze halinin devamı yönünde telkinlerde bulunup hükümeti de uluslararası baskılarla korkutmaları da yabana atılmamalıdır! Bizce bu kişiler Ayasofya’nın cami mi veya müze mi olması yönündeki bir kararın tıpkı bağımsızlık mı veya müstemleke mi şeklinde bir tercih olduğunu bilmeyecek kadar cahil olamazlar. Türkiye’nin bir milli meselesi olan bir konuda dışarıdan bir telkinin veya müdahalenin Türkiye’nin egemenlik haklarına bir tecavüz olduğunu bilmeyecek kadar cahil olabilirler mi, araştırmak gerekir.

 

Göreceğiz, AK Parti, Fatih Sultan Mehmed’in ve İstanbul’u fethinin nişanesi Müslümanların egemenliklerinin sembolü ve dahi onların emaneti olan Ayasofya Camii’ni yeniden ibadete mi açacak yoksa o da diğer partiler gibi bu sahtekârlığa teslim mi olacaktır?

 

Elbette ki, AK Parti’nin işinin kolay olmadığının farkındayız. Ama bilmesi gerekir ki, milletin iradesine ne ölçüde sahip çıktığı ve devletin egemenliğini ne ölçüde önemsediği konularında bir samimiyet testi ile karşı karşıyadır. Duamız ve arzumuz, AK Parti’nin yüzünün akı ile bu meselenin üstesinden gelmesidir. Ama bilmeleri gerekir ki, kamuoyu bundan böyle Ayasofya konusunda meselenin özünden uzak olan her söylemlerini ve her eylemlerini dini ve siyasi bir istismar olarak görecektir.

 

 

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

Türkiye Kıbrıs, Suriye ve Libya’da olmalı, ama nasıl?

 

İnsan, yaşadığı süre boyunca elde etmek ve hükmetmek isteyen bir varlıktır. Elindeki ile yetinmez ve her zaman daha fazlasına sahip olmak çabası içinde olur. İster birey olsun, ister aile, grup, millet ve ister devlet olsun, insanın bu yöndeki isteği değişmez.

 

Sahip olmayı ve hükmetmeyi devletler bazında düşündüğümüzde de durum aynıdır, her devletin hedefi, eline geçirdiği ilk fırsatta başka ülkeleri de kendi hâkimiyetine almaktır. Devletlerin geneli ağırlıklı olarak tek milletten oluşurlar. Ancak genişledikçe bu homojenliğin yerini milliyet, renk, lisan ve din gibi özellikler bakımından çok çeşitliliğe ve dolayısıyla zenginliğe bırakır. Bazı devletlerin kurucu unsurları birden fazla kavim olsa da, devletlerin genelinin kurucu unsuru tek kavim, yani günümüzün diliyle tek millet olur. Fakat her halükarda bunlardan biri daha fazla öne çıkar. Devlet olan millet bu gücünü kötüye kullanmadığı sürece sorun yoktur. Diğer bir ifade ile bir millet devletin gücünü adalete aykırı bir şekilde kullandığı oranda sorunlar yaşar. Nitekim günümüz ulus devletlerinin yaşadıkları en büyük sorunlarından biri de budur. Biz de ulus devlet olarak bu insanlık dışı sorunu iliklerimize kadar yaşamaktayız. Ki bu cümleyi aşağıda biraz daha açacağız. İster ulus devlet olsun veya ister çok uluslu devlet ve bir de hangi dine veya dünya görüşüne sahip olursa olsun, her devletin özünde ve hedefinde büyümek, genişlemek ve daha fazlasına hükmetmek vardır. Çünkü bunu kendi menfaatleri, kendi dini veya dini görüşü adına bir yükümlülük olarak görür. Bu “menfaat” kavramına da bir açıklık getirmemiz gerekir. Bizim için asıl olan menfaatin meşru olanıdır. Kim ve ne adına olursa olsun, hakkaniyet ve adalet ile örtüşmeyen menfaatleri gayrimeşru olarak görüyor ve reddediyoruz. Devletlerin kendilerinin veya başkalarının çıkarlarını hak ve adalet ekseninde savunmak ve korumak yönündeki çabalarını da olması gereken olarak görüyoruz. Bunun da sınırını devletler arasındaki coğrafi-siyasi sınırlar değil, güç belirler. Çıkar gözetmekten, genişlemekten ve hükmetmekten kastımız, daha doğrusu sahiplendiğimiz menfaat anlayışı, tasvip ettiğimiz genişleme ve hükmetme tarzı da meşru ve adalet çerçevesinde olanıdır.

 

Gelelim Türkiye’nin Kıbrıs’ta, Suriye’de, Libya’da askeri veya başka bir şekilde olup olmaması gerektiği konusuna. Buraların yüzlerce yıl atalarımızın hâkimiyetinde olduğunu biliyoruz. Mesela ben, o atalarımıza soracağım ilk soru, “sizin oralarda, başkalarının toprağında ne işiniz vardı?” şeklinde olmaz. “Sizin oraları almanızla birlikte oralarda adalet mi arttı, zulüm mü? Siz oralarda adaletle mi hükmettiniz, zulümle mi?”

 

Türkiye’nin bu andığımız yerlerdeki varlığını da bu çerçevede değerlendiriyorum. Hele hele “Yunanistan mı Kıbrıs’ta olmalı, Türkiye mi?”, “İsrail, ABD ve Rusya mı Suriye’de olmalı, Türkiye mi?” ve “Fransa, Rusya, İngiltere, ABD ve Rusya gibi güçler mi Libya’da olmalı, yoksa Türkiye mi?” gibi sorulara cevabım, kesinlikle Türkiye’den yanadır. Hemen belirteyim ki, benim Türkiye’yi tereddütsüz tercihim, Türkiye’nin yanlış olduğuna inandığım politikalarını ve yanlış yaptığını düşündüğüm icraatlarını kabul ettiğim anlamında değildir ve bu şekilde çarpıtılmamalıdır. Türkiye’nin oralarda olması her halükarda diğer devletlerin olmasından çok daha iyidir ve bunu kıyaslamak bile bence yanlıştır.

 

Bununla birlikte bizim bu bağlamda üzerinde durmamız gereken nokta şu olmalıdır bence; Türkiye hangi değerleri temsilen oradadır?

 

Örneğin, ister şaman oldukları zamanlarda ve ister Müslüman oldukları dönemde olsun, yüz yıl öncesine kadar Türklerin tarihinde milliyetçilik yoktur. Milliyetçiliğin Türklerin hayatına girmesi, bazı Türkler için belirleyici ve hatta bir din olması son yüz yıllık bir hadisedir. Milliyetçiliğin bir iktidar aracına dönüştürülmesi ve akabinde devletin ilkelerinden biri olarak anayasaya sokulması Türk’ün sadece toplumsal ve siyasal hayatında değil, aynı zamanda inanç dünyasında da yeni bir dönüm noktası olmuştur. Türklerin Anadolu’ya geldikten sonra Kürtlerle başladıkları İslam eksenli kader yolculukları ve kardeşlikleri milliyetçilikle büyük bir darbe aldı. On binlerce insanımızın yaşamına mal olan milliyetçilik bugün de hala belirleyici olduğu içindir ki, bundan kaynaklı sorunumuz da kan alarak devam ediyor. Bu da doğal olarak zulme uğrayan insanların bir kısmını hak aramak adına meşru olmayan yol ve yöntemlere zorluyor. Devlet kendi vatandaşları ile olan muamelelerinde adaleti esas almadığı sürece zaten her biri bu adaletsizliğin bir eseri olan PKK ve benzeri yapılar da olmaya devam edecektir. Bunların varlığını eylem bazında yurtiçinde bitirebilirsiniz, ama Suriye’de veya Irak’ta yahut başka bir yerde karşınıza çıkacaklarını veya çıkarılacaklarını bilmelisiniz.

 

Türkiye’nin çıkarları oralarda olmayı zorunlu kılıyor. Nitekim yöneticiler de Türkiye’nin güvenliğinin Türkiye’nin sınırlarıyla sınırlı olmadığının bilincindedirler. Türkiye kendi bekası için girdiği bu uzun soluklu mücadeleden-savaştan zaferle çıkmak istiyorsa eğer, kendisinden çok daha güçlü olanların her türlü vahşete boğdukları ve onlarca yıldır sömürdükleri bu topraklarda sadece askeri yöntemlerle tutunamayacağını, tutunsa bile verimli olamayacağını bilmelidir. Bunun için de bir yandan, “Libya’da, Suriye’de veya şurada burada ne işimiz var?” diyen müstemleke zihniyete karşı mücadele etmesi ve diğer yandan anayasadan başlayarak hayatın her alanında adaleti ve adaletin dilini hâkim kılmaya çalışması ve bunda samimi olduğunu ispatlaması gerekir. Türk’ün onurunu Türkçülükle zedeleyenler ve Türkçülük üzerinden hamaset yapanlar başta olmak üzere herkes bilmeli ki, Türk’ü tarih sahnesine yeniden taşıyacak güç ne Kemalizm’dir ve ne de laiklik! İslam’ı bu köhne değerlerin aleti yapmak ve bunların yedeğine almak ise hiç değildir! Oralara götüreceği değerler de bunlar değil, sadece ve sadece adalettir!

 

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
ÇOK OKUNANLAR
SON YORUMLANANLAR
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA