Ruşen Çakır/ Gülen cemaatinin “sivil” kanadı
Geçen yıl nisan ayında Fethullah Gülen cemaati içinde etkin pozisyonlara sahip epey kalabalık bir grupla üç saati aşkın süren, benim deyimimle, “damardan” bir sohbet yapmıştık. Bu buluşmayı, ertesi günkü yazımda (http://www.rusencakir.com/ Yillar-sonra- Gulen-cemaatiyle-bas-basa/1722) şu cümleyle özetlemiştim: “Gülen cemaati içinde ‘sivil’ kanadın, dizginleri yeniden ele almakta olduğunu düşünüyorum ki bu herkesin hayrına bir gelişme.” Yazıdaki “Gülen cemaati içindeki ‘sivil’ kanat” tabiri çok dikkat çekti ve hâliyle tepki topladı. Cemaate mensup bazı kişiler “bizde kanatlar yok. Hele sivil/askeri gibi ayrımlar hiç yok” derken, kendilerini cemaate karşı konumlandıran bazıları da benim bu cümleyle Gülen hareketini hoş göstermeye çalıştığımı ileri sürdü.
Sivil ve sivil olmayanlar
Öncelikle şunu vurgulamalıyım: “Sivil” kanadın karşısına “askeri” bir kanat koyuyor değilim. Onları en iyi, “sivil olmayan kanat” olarak tanımlayabiliriz. “Peki kim bunlar?” diye sorulacak olursa şöyle bir farklılaştırma yapabiliriz: Bir yanda cemaatin okullarında, dershanelerinde, gazetelerinde, televizyonlarında, dernek ve vakıflarında görev alan, adlarını bildiğimiz, kendilerine kolaylıkla ulaşıp konuşup tartışabildiğimiz bir “sivil” kanat; diğer yanda cemaatin özellikle devlet içindeki kadrolaşmasını yürüten, bu kadrolar aracılığıyla değişik stratejileri hayata geçiren, kim olduklarını bilmediğimiz, dolayısıyla kendilerine ulaşma imkânımızın bulunmadığı “sivil olmayan kanat.”
Gülen cemaati üzerindeki tartışmaların yıllardır bir yere varamamasının en temel nedeni de bu zaten: Cemaatin şeffaf olmadığını ileri sürdüğümüzde bu ikinci “sivil olmayan kanat”a atfedilen bazı faaliyetleri esas olarak gündeme getiriyoruz ama cevap, büyük ölçüde şeffaf faaliyetler yürüten “sivil kanat”tan geliyor: “Daha ne kadar şeffaf olalım?” diye soruya soruyla cevap veriyorlar.
Komplolar kimin işi?
Tartışmayı somutlaştıralım: Ben dâhil birçok kişi, Hanefi Avcı’nın, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in, sırf cemaatin özellikle emniyet teşkilatındaki kadrolaşmasıyla ilgili yazıp söyledikleri nedeniyle, bizzat suçladıkları kişilerin tezgâhladığı komplolarla mağdur edildiğine inanıyor. Cemaat medyasının da bu komploları meşrulaştırdığı hatırlandığında, en azından ilk aşamada cemaat içinde sivil/sivil olmayan ayrımına tanık olunmadı. Fakat kısa süre içinde bu kişilerin masumiyeti konusunda kamuoyunda büyük ölçüde görüş birliği oluşunca cemaatin sivil kanadında belirgin bir tutum değişikliği gözlendi. Ancak bu hiçbir zaman “Maalesef içimizde yanlış yapanlar var” gibi bir iç hesaplaşmaya dönüşmedi. Çok hassas konuları ele aldığımın farkındayım. Ancak dershane kriziyle birlikte iyice alenileşen ve giderek tırmanan hükümet-cemaat savaşını anlamak için bu konuları olabildiğince açık bir şekilde konuşup tartışabilmemiz lazım. Bu bağlamda, örneğin MİT krizi kritik bir önem arz ediyor. Başbakan Erdoğan’ın bu krizi üçüncü şahısların sırtına yüklemeyip cemaatin sorumluluk makamındaki kişileri, bu “fitne”ye yol açanları ayıklamaya çağırması olup bitenleri ve bundan sonra olabilecekleri daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir.
Savaşın bundan sonrası
Savaşın bundan sonraki aşamalarında hükümetin, cemaatin “sivil olmayan” kanadına yönelik bazı adımları gündeme gelebilir. Böylesi bir gelişme karşısında cemaatin nasıl bir tutum alacağı, bu kişileri ne ölçüde sahipleneceğiyse kavganın geleceğini belirleyecektir. Pazar günkü yazımdan (<http:// www. rusencakir.com/ Hesap-vermeden-hesap-sormak/ 2310>) bir alıntıyla bu hayati konuyu şimdilik bitirmek istiyorum: “Gülen cemaati içinde genç ve orta yaşlı kesimde özgürlükçü, demokratik ve sivil damarın bazılarını şaşırtacak ölçüde güçlü olduğunu gözleyen biriyim. Beklentim, dershane kriziyle birlikte tamamen değişen Türkiye atmosferinde bu yaklaşımın öne çıkması ve cemaati, ülkedeki genel demokratikleşme mücadelesine taşımaları.”
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Baki Gül/ Gever’deki paralel devlet ve AKP
Bir dönem siyasette ve hak ihlallerinde “rutin dışına” çıkıldığında hemen “dış güçler” adres gösterilirdi. Soğuk savaş dönemindeki siyasetin Türkiye’ye yansıma biçimiydi bu. İçerdeki bütün gelişmelerin nedeni farklı ifade edilirdi. 1990’lı yıllara gelindiğinde ise Kürdistan’daki savaş gerçeği karşısında Türk devleti, “rutin dışına” çıkmayı derin devlet ile açıkladı. Yüzeyde olan ile derin devlet 1990’lı yıllarda Kürtlere karşı ortaklaşmış hatta aynılaşmıştı. Bu ortaklaşmanın en açık örneklerinden biri Süleyman Demirel; diğeri ise Tansu Çiller’di. Demirel ve Çiller’in yönettiği Türkiye’de devletin derini ile görüneni aynıydı. Ancak 2000’li yıllarla birlikte Türk siyaseti kabuk değiştirince devletin görüneni de derini de iyice çürümüştü. Kokusu ise iyice yayılmıştı.
AKP iktidarı ile devlet kendisine “çeki düzen” verme arayışına girdi. Avrupa Birliği, “ileri demokrasi” gibi argümanlarla parçalanmış devlet yapısı “tek elde” toplandı. AKP bu süreci çıraklık, kalfalık ve iktidarlık dönemi olarak tanımladı. Çıraklık döneminde devletten öğrendi iktidar yeteneği ile kendi devletini inşa etti. 2007-2011 yılları arasındaki bu dönemde AKP devlete yerleşti. Ancak geçmişin “derin devleti”nin artıkları ile yeni devletin iktidar ortakları ile AKP kendi “ustalık” dönemini 2011 genel seçimlerinden sonra ilan etti. Ama AKP’nin ustalık döneminin “paralel ortaklığı” vardı. Bu paralel yapı cemaat olarak tanımlanıyordu. İktidarı paylaştığı ölçüde ortak hareket ediyorlardı. Özellikle Kürt sorununun çözümündeki askeri/güvenlikçi politikalarda stratejik ortaklık vardı.
Bunun tam anlamı anti-Kürt ittifakının Türk devletindeki yeni hal Erdoğan/Fethullah Gülen ortaklığıydı. Ama Erdoğan devletin klasik yanını kendi iktidarı ile sürdürmek isterken F.Gülen ise devleti kendi tekeline almaya çalışıyordu. F.Gülen özellikle anti-Kürt, anti-Alevi, anti-demokratik karakteri ile Türkçü devleti sürdürme yetisi ve stratejisinin kendisinde olduğunu savunuyordu. Erdoğan ise bunun AKP şemsiyesi altında kendi liderliğinde olduğunu savunuyordu. İşte AKP ve cemaat arasındaki asıl kıyamet tam bu noktada koptu.
AKP kendi gerilimini “çözüm süreci” diye tanımladığı süreçte Kürtlere dayanarak kendi iktidarını sürdürmek istiyor. Fethullah Gülen ise AKP’nin bu yüzeysel politikalarına dahi tahammül etmiyordu. Çünkü eğer Kürt sorunu asgari demokratik zeminde çözüm bulursa bu cemaatin bütün kirli sırlarını ve hedeflerini deşifre edecekti. Çünkü F.Gülen cemaati Kürdistan’da hücre hücre örgütlenmiş, Türk devletinin bekası için Kürtleri asimile etmenin ince yöntemini bulmuştu. Öğrenci yurtları, dershaneler, özel okullar, Kuran kursları, yardım dernekleri ve gizli örgütlenmelerle kendi sömürgeci şebekesini kurmuştu. Polis ve yargı alanında örgütlenen cemaat istediğini tutuklatıp, istediğini ise gözaltına aldırıyordu. Ama Kürt direnişi hem AKP’nin hem de Cemaatin bu ortaklığını deşifre etti. AKP, kendince askeri güvenlik politikalarından sonuç alamayacağını anladığını itiraf etti. Cemaat ise Kürt meselesini askeri ve güvenlik politikaları ile bitirebileceğini savunuyor.
Bunun için Mardin hattından Hakkari, Gever’e kadar kendi şebekesini kurmuş durumda. Polis ve din kurumlarını kullanarak devleti orada egemen kılmak istiyor. Bingöl, Dersim, Amed, Wan hattında da ise daha ideolojik olarak örgütleniyor. Bazı yerlerde Alevi-Sünni, bazı bölgelerde Zaza/Kurmanç ayırımları üzerinden provokatif ajan faaliyetlerini yürütüyor. AKP iktidarı klasik Kürt politikasında cemaat ile uzlaşıyor. Ancak AKP’nin kendi iktidarını zorlayacak noktalarda ise cemaat ile çelişiyor. Hatta kavgaya giriyor. Ama biz biliyoruz ki AKP’nin Gever’deki son polis terörüne ilişkin tutumu cemaat ile yine benzerdir. Çünkü AKP, sivilleri katleden polise bir şey demiyor, polis terörüne karşı tepkisini gösteren halkı ise provokasyona gelmekle suçluyor. İşte bu tutumun kendisi sorunun çözümüne gösterilen samimiyetsizliğin kendisidir.
Eğer provokasyon varsa ve bunu cemaatin polisi yapmışsa önce infazı gerçekleştiren polisler açığa alınmalı, soruşturma açılmalı. Açık açık da “biz AKP hükümeti çözüm istiyoruz Fethullah Gülen cemaati ise bozmak istiyor dersin” ve kendi samimiyetini gösterirsin. Gerisi boştur. AKP’nin baştan beri bu tutumsuzluğu, sürecin gelişmemesi önündeki en büyük engeldir. Yani süreç Erdoğan’ın danışmanlarının okuduğu gibi değildir.
Kürtler AKP’nin yedek lastiği de değildir. Süreci bozmak isteyen kim sorusuna da şu yanıt verilebilir: Süreci AKP’nin tutumsuzluğu, ciddiyetsizliği bozmak istiyor. Süreci Fethullah Gülen cemaatinin anti-Kürt zihniyeti sonlandırmak istiyor. Süreci AKP ve Cemaatin ortaklaşmış sömürgeci söylemleri bozmak istiyor. İşte bu tutumlara karşı herkesin uyanık olması şart.
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Cafer Solgun/ MGK’nın ‘sır’ işleri
MGK’nın “Gülen Cemaati’ni Bitirme Planı” yapmasına şaşanlara şaşmak lazım. MGK bunun için var. İç ve dış “tehdit ve tehlike” odaklarını tespit ve devletin bütün kurumlarını buna göre seferber etmek için yani. Peki, bu “iç ve dış tehdit ve tehlike odakları” neye göre saptanabiliyor? Cevap: Rejimi korumak. “Rejimi korumak” ne demek? Kemalist statükonun temel hassasiyetleri demek oluyor bu da. Ve böyle olunca da “tehdit ve tehlike” değerlendirmelerine konu olanlar hayli çeşitlenmiş oluyor. Devletin “makbul” saymadığı özelliklere sahip iseniz, “potansiyel suçlu” muamelesi görmeniz, devletin âli menfaatlerinin “rutin” bir gereğidir. Yani Kürt iseniz, Ermeni veya “diğer” etnik kimliklere sahip iseniz, solcu iseniz, hatta liberal iseniz, dindar iseniz ve tabii ki Alevi iseniz, devlet bu, fişleneceksiniz de, izleneceksiniz de...
Bu olaydaki “haber”, dinî hassasiyetleri ile siyaset yapan bir hükümetin, yine dinî hassasiyetleri ile çalışmalar yapan bir cemaatin “tehdit” olarak görülüp tasfiye edilmesine yönelik yapılan plana imza atmış ve bu yönde devletin ilgili birimlerini harekete geçirmiş olması. Gazeteciliğin asgari normlarından haberdar herhangi biri için, bu, “haber”dir. Ne var ki medya ve haber etiği üzerine eleştirel analizleriyle tanıdığımız en ünlü kalemler bile, iktidar partisinin tutumuna bağlı olarakTaraf ’ın gazeteciliğini mahkûm etme çabası içindeler şimdi. Ne de olsaTaraf “devlet sırrını” faş ederek “vatana ihanet” etmişti ve katli vacipti...
Mevzunun yargı boyutu bir yana (kiTaraf da hukuki haklarını kullanmaya karar verdi), gazetecilik adına bugün sergilenen tutumlar gelecekte pek de “gururla” anılmayacaktır.
Fakat ben hâlâ konunun “özü” ile ilgiliyim. MGK adında bir yapının sorgulanması, tartışılması zamanı gelmedi mi hâlâ? Bir miktar sivilleştirilmiş hâliyle bu MGK’nın “yeni Türkiye”de aynı rol ve misyonla varlığını sürdürecek olmasını ne tür bir “ileri demokrasi” ile izah edebiliriz? Öncesi bir yana, yakın tarihimizdeki “yapılan planlama gereği” yaşanan kanlı süreçlerin, kamplaşma ve kutuplaşmaların, siyasete “ayar” girişimlerinin ve dahası “terörü bitirme” gerekçesiyle suikast emirlerinin dahi sorumlusunun MGK olduğunu çok iyi bilip de bilmez gibi davranmaya devam mı edeceğiz? İçeriğini çok iyi bildiğimiz 90’lı yılların MGK toplantı tutanakları, MGK Genel Sekreterliği bünyesinde yürütülen faaliyetler ile ne zaman yüzleşeceğiz?
İşte ben burada yazıyorum: “Derin devlet” türü gizemli kavramların arkasına saklanmaya gerek yok. MGK, yıllarca “derin devlet” rolü oynamış ve siyasiler de ama istekli, ama isteksiz, bu rolün oynanmasına payanda olmuşlardır. Bugün Çözüm Süreci adı altında barışla sonuçlandırmaya çalıştığımız Kürt sorununun bu denli ağırlaşmasının sorumlusu da, sorunu kanlı ve kirli savaş konseptleriyle bastırma planları yapan dönemin MGK’sıdır.
Bunu söylediğimiz zaman bir “sırrı” ifşa etmiş ve “vatan haini” mi olmuş oluyoruz?
Sahi, Meclis’te oluşturulan ve başkanlığını Nimet Baş’ın yaptığı Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu geçen yıl bu zamanlar raporunu tamamlamış ve TBMM Başkanlığı’na sunmuştu. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan darbe, müdahale ve muhtıralarını araştıran komisyonun kendisi de raporunu unutmuş görünüyor. O raporun “öneriler” bölümünde MGK’nın bir vesayet kurumu olduğunun altı çiziliyor ve kaldırılması öneriliyordu.
Ve CHP geçen mayıs ayında MGK’da askerin sadece Genelkurmay Başkanı ile temsil edilecek ve anamuhalefet partisi başkanının da MGK üyesi olabileceği şeklinde, kendisinden beklenmeyen gayet iddialı bir sivilleşme önerisinde bulunmuştu.
“İleri demokrasi” iddiası güzel de, gereğini yapmak için biraz “delikanlı” olmak gerek...
cafersolgun@gmail.com
Twitter: @CaferSolgun