AYM Başkanı, Güç ve Gömlek, Ey Mısır! En Sefil Mezalimin Yurdu Olmak Yine Sana mı Düştü? ‘Hizmet’ Ama Kime ?


Bu makale 2014-04-30 20:50:34 eklenmiş ve 960 kez görüntülenmiştir.

AYM Başkanı, Güç ve Gömlek

Orhan ATALAYatalayorhan@hotmail.com

 

Bilindiği üzere ‘Anayasa Mahkemesi’ ismi dünya hukuk edebiyatına 1920’lerden itibaren girmeye başladı. Tüm dünyada kanunların anayasaya uygunluğunu denetleyen iki farklı model biliyoruz. Birisi genel mahkemeler tarafından yapılan denetimdir ki, Amerika, Japonya, İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerde uygulanmaktadır. Bu denetimin basit bir mantığı vardır; üst norm alt normu ilga eder, dolayısıyla somut olayda Anayasa maddesi esas alınır. Diğeri ise Avusturya, İtalya, Almanya, Fransa ve Türkiye gibi ülkelerde uygulanan ‘Anayasa Mahkemesi’ modelidir ki, ilki 1920’de Avusturya’da kurulmuş, akabinde sırasıyla 48’de İtalya, 49’da Almanya, 58’de Fransa ve 1961’de de Türkiye ile devam etmiştir.

 

Geçen hafta Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü münasebetiyle Başkan Haşim Kılıç cumhurbaşkanlığı seçim startına günler kala gündem oluşturan bir konuşma yaptı. Başkan’ın genel geçer sözler arasına yerleştirdiği ve doğrudan Başbakan’ı ve hükümeti hedef alan sözleri oldu. Bu cümlelerle Başkan Haşim Kılıç, adeta bulunduğu mevkiin, üstündeki cübbenin gereklerini unutmuş, adeta muhalif bir partinin sözcüsü gibi ‘ağır’ ama aynı oranda ‘yakışıksız’ cümleler sarf etmişti. O cümlelerden birisi de şuydu:

 

‘Bizler… gücün ve şartların etkisiyle gömlek değiştiren bir karakterin sahibi olamayız... (...) hak ihlaline sebep olan herkesin karşısına, aynı adalet gömleğiyle çıkmaya devam edeceğiz.”

 

‘Bizler’ kelimesi ile muhtemelen ‘Anayasa Mahkemesi’ni kast etmiştir. Oysa bu mahkemenin geçmişte verdiği kimi kararları nedeniyle varoluş meşruiyetini bile tartışmaya açacak kadar adaletten uzak, ama ‘güç ve şartlarla’ malul, darbecilerin kanlı elleriyle kirlenmiş hem de bol sayıda gömleği olduğu cümle alemin malumudur.

 

O nedenle Başkan milli iradenin temsiliyetini adeta tokatlayan o konuşmasında sözünü ettiği ‘adalet gömleği’ni giymeden önce keşke başında bulunduğu kurumu kanla lekeli darbe gömleklerinden kurtarıp kürsüye daha temiz bir gömlekle çıkabilirdi.

 

Keşke öncelikle tarihimizin en aşağılık darbesi sonrasında kurulmuş bu mahkeme, her darbe sonrası geleneksel ‘genetiğine uygun yeni ilavelerle’ biçim almış yapısının zihinlerde ve kalplerde oluşturduğu yakın veya uzak kimi telmihlerden kendisini arındırmış olsaydı da Başkan da mahkeme tarihinde yeni bir dönem başlatıp normal şartlarda şeffaf, bilimsel ve demokratik bir iklimde kendisini yeniden yapılandıran cesur çabalara soyunmuş olsaydı.

 

Keşke Başkan bu mahkemenin fazla değil bundan sadece birkaç yıl evvel esasında kendi meşruiyetini ortadan kaldıran, kendisini ‘kurulmuş’ değil ‘kurucu’ gibi addedip görev ve yetki alanlarını tecavüz eden o 411 veya 367 rakamlarını hatırlayıp gereğini yapsaydı.

 

Keşke Başkan akılları durduran, vicdanları yaralayan, onurları paralayan ‘o dönemin şartlarına ve gücüne’ karşı da taşıdığını iddia ettiği o ‘adalet gömleğini’ giyip bir hukuk abidesi gibi dik bir duruş sergileseydi.

 

Keşke Başkan dik duruşuyla ülkeyi darbeler ve çeteler sarmalından canı pahasına da olsa kurtarmaya çalışan Başbakan’a dikleneceğine zulmün zifiri karanlığında ümitlerimizi dahi imha eden o günlerde zorbalara karşı hak, hukuk, adalet ve cesaret adına da bir çıkış yapsaydı.

 

Keşke mevcut konjonktürde ekseriyetin aklına bir ikbal umudu ve arayışı getiren bu eleştirileri yapan Başkan, son referanduma kadar yaklaşık yarım asır boyunca başında bulunduğu kurumda görev yapan üyelerin demokratik meşruiyetten yoksun bir yöntemle seçimlerin de sorgulayabilseydi.

 

Böylece konuşmasında uluslararası hukuk ölçütlerine sıkça atıfta bulunan Başkan’dan ileri demokratik ülkelerde Anayasa Mahkemesi’ne üyelerin bir kısmının veya tamamının siyasal organlar tarafından atandığını öğrenmiş olurduk.

 

Keşke Başkan, on iki yıllık iktidarı dönemi boyunca devletin en ince kılcallarına kadar nüfuz etmiş açık/gizli, üniformalı/sivil vesayetçi yapıları tasfiye edip milli iradeyi hakiki anlamda tesis etme yolunda tarihi ve o oranda soylu bir mücadele sürdüren Başbakan’a karşı aslan kesileceğine, onuruna sıkça vurgu yaptığı insanın ve dahi milletin en masum mahremiyetini payumal eden paralel haydutlara da hiç olmazsa aynı tonda bir cesaretle meydan okusaydı.

 

Keşke, hepimizin her türlü kıymetiyle güvenlik şemsiyesi olan devletin en mahrem alanlarından dışarıya bilgi servis ederek ‘seyyâd-ı bî insâfa hizmet etmekten zevk alan o killâbı’ engelleyen tedbirleri ‘evrensel hukuk’ adına kaldıran kararını eleştirmeyi ‘sığlıkla’ itham edeceğine, insanın ve ülkenin mahremiyetine uzanan elleri hukuk ve adalet tokmağı ile kırarak âleme ibret bir ders verebilseydi.

 

 

 

 

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

Ey Mısır! En Sefil Mezalimin Yurdu Olmak Yine Sana mı Düştü?

 

Orhan ATALAYatalayorhan@hotmail.com

 

Kutsal Metinler geçmiş kavimlerin yaşadıklarından ibret alalım diye biz insanlara nice hikayeler anlatırlar. O hikayelerden Adem’in çocuklarının, yani ‘Ben-i Adem’in, yani biz insanların birbirimize kötülük anlamında neler yapabileceğimize dair nice haberler biliriz. Bu kötülüklerin en şeni olanı belki de Fıravun Hanedanı’nın İsrailin Çocukları’na karşı işlemiş olduğu cürümlerdir. Bu cürümlerin icra edildiği mekan ise Mısır’dı. Ne hikmet ise en köklü medeniyete ev sahipliği yapmış olmak gibi tarihte işlenmiş en dilhun zulümlerin yurdu olmak da ona nasip olmuş.

 

Kur’an birçok yerde ‘Ey İsrailin Çocukları! Fıravun’un size yaptıkları kötülükleri hatırlayın; hani onlar erkek çocuklarınızı boğazlıyor, kız çocuklarınızı ise ‘haya edilecek’ işlerde kullanmak amacıyla yaşamalarına izin veriyorlardı’ diye başlar o hikayeye.

 

O zulmün zirveye ulaştığı zaman kesiti ise Musa Peygamber’in dönemine rastlar ki, bu tarih aynı zamanda o mezalimin zevaline doğmuş bir şafak vakti olarak düştü tarihe. Nitekim ilahi vahyin rehberliğinde verilen mücadele sonucu Fıravunlar devri kapanmış, İsrailin çocukları ise yüzlerce yıllık mezalimden ve esaretten kurtulmuşlardı.

 

Bu hikayede bir sahne daha vardır ki, bugünlerde yine aynı topraklarda yaşanan zulme suyun suya benzediği kadar yakın çizgiler ve temalar içermektedir. Musa’yı sihirbazlıkla itham eden Fıravun Mısır’ın ünlü sihirbazlarını toplayarak Musa’yı halkın önünde tekzip etmek ister. Sihirbazlar ellerindeki ipleri yerlere atar, ipler yılan gibi hareket etmeye başlarlar. Hipnoz edilmiş kalabalığın ‘kıvranan yılanları’ merakla izlediği bir esnada Musa da elindeki asayı atar. Asa gerçek bir yılana dönüşür ve tüm ipleri bir nefeste yutuverir. Herkesi şaşkınlığa gark eden bu olay en fazla da sihirbazları etkiler. Çünkü sihrin gerçekliğini herkesten daha iyi bildikleri için Musa’nın yaptığı şeyin bir sihir olmadığını görür ve; ‘Biz de Musa’nın Rabbine iman ettik’ diyerek secdeye kapanırlar. Musa’yı tasdik eden bu sahne karşısında küplere binen Fıravun sihirbazlara dönerek: ‘Ben size izin vermeden Musa’nın Rabbine inandınız ha! Şimdi görürsünüz; her birinizi hem de ellerinizi ve bacaklarınız çapraz şekilde bağlayıp dar ağaçlarına asacağım’ diyerek tehdit eder. Sihirbazlar bu tehdide aldırış etmezler ama bedelini de canlarıyla öderler.

 

O günden yirminci yüzyıla kadar Mısır’da tarihi kayıtlara düşmemiş başka hikayeler daha yaşanmış olabilir. Ne var ki, yirminci yüzyıldan bugüne Mısır’da zulme dair yaşanmış öyle hikayeler biliriz ki Fıravunlar devrine bile rahmet okutur.

Napolyon’un 1789 tarihindeki Mısır işgali ile başlayıp İngiliz sömürgesini kapsayan dönemi ve akabinde 1952 tarihli Hür Subaylar darbesine kadar süren Hidivler Çağı’nı paranteze alıp içinde bulunduğumuz aktüel sürece baktığımızda Cemal Abdunnasır, Enver Sedat, Hüsnü Mübarek ve son halefleri Abdulfettah Sisi ile devam eden o mezalimin son perdesi açıldı. Bu sahnede son çağın vicdanını temsilen Mursi’yi, Esma’yı, iradesini gasp etmişlere karşı aylardır arşı inleten sesleriyle sokakları aşındıran Mısırlıları ve nihayet 528 idamlık mahkumu izliyoruz bu günlerde.

 

Son sahnenin bir köşesinde ise en siyah komedyaya taş çıkartan ‘anayasa ve cumhurbaşkanlığı ‘seçimlerine’ hazırlanan öteki Mısırı görüyoruz.

 

Biri nur, diğeri kir yan yana akan iki oluk gibi üstelik aynı mekanda yani Mısır’da cereyan eden ibretlik bir sahne.

 

Anlaşılan o ki, son asrın Fıravunlukları karşısında adalet ve hürriyet davasını haykıran ses ‘Müslüman Kardeşler Hareketi’yle temessül etti. 1928 tarihinde Şehid Hasan el-Benna önderliğinde İslâmi referanslara dayalı olarak kurulan bu hareket kısa sürede Mısır’ı aşmış, birçok ülkede ciddi karşılıklar bulmuştur. O günden bu yana bu hareket içinde son derece güçlü ilim, edebiyat, düşünce, sanat, siyaset ve aksiyon adamı yetişti. Ne var ki, bunların birçoğu dünyevi hayatlarına zindanlarda, işkence masalarında, suikast tertiplerinde veya dar ağaçlarında veda ettiler. Buna rağmen Hareket’te hiçbir çözülme ve zafiyet yaşanmadı. Aksine daha da kökleşti, kökleri derinliklere, dalları ise göklere doğru yol aldı gitti.

 

Bu kervanın en kutlu yolcularından birisi Seyyid Kutub’tu. ‘Yoldaki İşaretler’ isimli ölümsüz eseriyle Abdunnasır’a korkulu rüyalar yaşatan Kutub, tıpkı Minye Ceza Mahkemesi tarafından idamlarına hüküm verilmiş 528 kardeşi gibi idam cezasına çarptırılmış, zindanda infaza gün sayıyordu. Dünyanın her tarafından Abdunnasır’a Seyyid Kutub’u bağışlaması için çağrılar yapılıyordu. Yirminci yüzyılın Fıravun’u, Sedat’ın, Mübarek’in ve Sisi’nin selefi Abdunnasır gelen çağrılara olumlu cevap vermek için Seyyid Kutub’tan sadece bir özür bekliyordu. Oysa zindandan gelen cevap zulmün kara yüzüne kıyamete kadar silinmeyecek kocaman bir tükürük oldu:

 

‘Bir Müslüman bir münafıktan özür dileyecek kadar zayıf ve alçak olamaz. İnandığım bir davadan dolayı idam edilecek isem şayet bu benim için ancak bir şeref olur. Bundan da asla pişman değilim’.

 

Kalemlerine kanlarından mürekkep çekerek yazdıkları her bir kelime ile kıyamete kadar her gün zulmün yüzüne yüzüne tüküren Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Zeynep Gazali, Abdulkadir Udeh gibi daha nicelerini milyarlarca Müslüman bugün rahmetle anıyor. Çünkü onlar bir fikrin davacısı olmanın ne demek olduğunu öğreten hayatlarıyla hakikat erlerine ümit, zalimlere ise birer korku kaynağı oldular.

 

Bu vesile ile 28 Nisan’da cezaları okunacak olan 528 İdam Mahkumu Kardeşlerime dua ve selamlarımı gönderiyorum.

“Gevşemeyin! Üzülmeyin! İnanmış iseniz bilin ki en üstün olan sizlersiniz”

 

 

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

‘Hizmet’ Ama Kime ?

 

Orhan ATALAYatalayorhan@hotmail.com

 

Fethullahçı, Nurcu, Câmia, Cemaât ve Hizmet gibi farklı isimlerle anılan Gülen Hareketi’nin geriye dönük yıllara sâri iddiası zahirde ‘İslam’a hizmet’ olarak bilindi. Benzer iddiaya sahip yapılardan şekil, muhteva, üslup, üsûl ve keyfiyet açısından bariz farklılıklar içeren bu hareketin özellikle 17 Aralık sonrası hali ve son mahalli seçimler öncesi herkes tarafından açıkça gözlenen tavrı ve çabası nedeniyle belki de ilk kez hiç olmadığı kadar hüviyetini ve hedefini tartışmaya açtı. Çünkü kuruluşundan bugüne kadar gerek içeride ve gerekse dışarıda ‘her türlü’ iktidarla ‘iyi’ ilişkiler içinde kalma hassasiyetiyle maruf ve meşhur bu hareket şimdiye kadar hiç yapmadığı bir şeye yeltenerek hem de müktedir bir hükümete karşı açık bir kavgaya tutuştu. Bu da bize hareketin kuruluş ve varoluş amacına ilişkin daha doğru bir tahlil imkânı sunmuştur.

 

Bana öyle geliyor ki, toplum olarak bugün itibariyle şu sorunun cevabını daha yüksek sesle aramak zorundayız: ‘Hizmet’ olarak tanımlanan bu yapının nesnesi ne veya kim olabilir?

 

Özellikle 17 Aralık öncesine kadar bu soruya verilebilecek muhtemel cevabı karşılayacak kelimenin ‘DİN’ olduğunu düşünüyor olabilirdiniz. Ne var ki, bu cevabın kabulünü imkânsızlaştıran ya da en azından zorlaştıran şu çelişkiyle karşı karşıya geleceksiniz.

 

Şöyle ki, Hizmet’in açık-gizli tüm çabasıyla kilitlendiği tek hedefin Ak Parti’yi iktidardan düşürmek olduğu artık sır olmaktan çıkmıştır. Hâlbuki dine hizmetten maksat onun daha doğru ve yaygın şekilde öğrenilmesi ve daha özgürce yaşanılması ise şayet, gelmiş geçmiş tüm Cumhuriyet hükümetleri içinde bu maksada en fazla imkân sunan düzenlemelerin Ak Parti hükümetleri tarafından yapıldığı gün gibi aşikârdır. Mesela bu cümleden olmak üzere Ak Parti iktidarları döneminde açılmış İmam Hatip Okulları’nın sayısından tutun da seçmeli Kur’an ve Siyer derslerine, İmam Hatip Liseleri’ne kilit vurmuş kat sayı engelinden tutun da kadınların/kızların başörtüleri ile özgürce okumak, çalışmak ve seçilmek gibi en temel insanî hakların gaspını bertaraf eden kimi yasal/anayasal düzenlemelere, oradan da mesela bu toplumun İslâmî kimliğini oluşturan her türlü tarihsel ve kültürel mirasın ihyasına varıncaya kadar bir dizi hizmetten söz edebiliriz.

 

Bu durumda ‘Dine Hizmet’ iddiası taşıyan Gülen Hareketi’ne düşen şey belki de dinî alana daha fazla hayat hakkı tanıyan devasa hizmetlerinden dolayı Ak Parti’ye şükran-ı nimette bulunmak değil miydi? Ne var ki, Hizmet Hareketi hiçbir akıl ve vicdanın kabul edemeyeceği şekilde aksine bir tavır alarak küfran-ı nimetin de ötesine geçmiş, Ak Parti ile normal şartlar altında izahı imkânsız güçlerle gizli-açık ittifaklar geliştirip amansız bir kavgayı tercih etmiştir.

 

Bu durumda ise, acaba Gülen’in İslâm’a yüklediği anlam farklı özler mi taşıyor? Diye merak etmemek mümkün değildir.

 

Rahatsızlığın nedeni bu ise şayet, yapılması gereken iş belki de konuyu akademik bir zemine taşıyarak erbabınca tartışmaya açmaktı. Bu konuda ihtiyaç duyulacak bir şey varsa o da muhtemelen düşünce ve ifade hürriyetinin teminat altına alınmış olmasıdır ki, bu konuda da Ak Parti hükümetlerince yapılanlar ortadadır. İnsanî kimliğimizin tanımını oluşturan din, dil ve düşünceyi onlarca yıl mahpus kılmış Eski Türkiye’yi tasfiye sürecini başlatan önemli adımların bu dönemde atıldığını inkâr edecek değiliz herhalde.

 

Yoksa halkın anladığı veya bildiği anlamıyla İslâm’ın bu derece özgür ve yaygın şekilde öğrenilmesinden veya yaşanmasından bir rahatsızlık mı oluştu?

 

Ne var ki, tıpkı ‘dağın başındaki şehir gibi’ görmezlikten gelinemeyecek bir başka hakikâtin olduğunu da hesaba katmak gerektiği kanaatindeyim. Biliyoruz ki küresel güçler ne dün ne de bugün sahih kaynaklarına dayalı öğretilen bir İslam’dan hiçbir zaman hoşlanmadılar. Çünkü onların sömürge tarihi boyunca tek arzuları pençeleri ve gagası sökülmüş, aslan iken koyuna dönüştürülmüş; vurana elsiz sövene dilsiz, sağ yanağına vurana solunu gösteren, ceketini isteyene gömleğini de çıkarıp veren, kısacası uyuşturan dinî bir yapıyı icat edip Müslümanlara kabul ettirmektir. Asırlar boyu süren sömürge çabalarından biriktirdikleri tecrübelerinden çıkardıkları bir başka ders daha vardır ki, o da bu maksadın yabancı ellerle gerçekleşemeyeceği, aksine ‘yerli eller’in istihdam edilmesinin daha ‘makul’ olacağıdır. Bugün müşahede ettiklerimizle böyle bir ‘imâl’ veya ‘istismar’ çabası arasında bir irtibat olamaz mı sizce?

 

Bu ve sair gerekçelerden hareketle şahsen yapının ‘Hizmet’ nesnesinin sahih anlamıyla İslâm olduğu kanaatinde değilim. Zira yarım yüzyılı aşkın zamandır İslâm’ın hareminde yapmadığı zulüm bırakmamış İsrail barbarlığını bile ‘otorite’ diye tarif ve tavsiye etmekte beis görmemiş bu gizemli yapı acaba ne gün nerede İslâm’ın hangi derdine merhem olacak diye merak etmiyor değilim doğrusu.

 

Keza bu hareketin amacı dine hizmet olsaydı şayet bugün kapı kapı dolaşıp her türlü araç gereciyle CHP’nin değirmenine harıl harıl su taşımazdı diye düşünüyorum. Çünkü cümle âlem biliyor ki, bir asra yakın tarihiyle CHP’nin telmihleri ile İSLÂM arasında çok temel aykırılıklar mevcuttur. Bu partinin ideolojik, düşünsel, tarihsel, kültürel, sosyal ve siyasal kodlarının İslâm’ın ihyâsı için değil aksine ifnâsı için icat ve tanzim edildiğine dair yapılmış yüzlerce doktora tezi, yazılmış binlerce kitaptan ya da bugün gözümüzün önünde olan-bitenlerden habersiz olmak mümkün müdür?

 

Hareket’in iddia ettiği hizmetin nesnesi din değil de seküler anlamda bir vatanseverlik ise şayet; en makul vatanseverliğin ülkeyi iç çatışmalardan arındıracak legal mekanizmalarla ülkenin siyasî istikrarını sağlamak, bu ilke ile asla bağdaşmayacak yanlış veya ihanetin ise ülkenin siyasi istikrarını ifsada kalkışmak olduğu ise her türlü izahtan varestedir. Oysa Gülen Hareketi’nin şu an soluk soluğa sürdürdüğü kavgaya nereden bakılırsa bakılsın yegâne amacının ülkenin siyasi istikrarına kast etmek olduğu açıktır. Bir ülke için her türlü iyiliğin olmazsa olmaz sebebinin siyasi istikrar olduğu hakikatini dikkate aldığımızda ise, Hareket’in ülke insanı olarak varoluşumuza dönük nasıl bir tehlike içerdiği ortadadır.

 

Başında ‘Dine Hizmet’ niyetiyle yola çıktığını iddia eden bir hareketin sonunda gelip CHP’ye ‘kısmet’ olduğunu görünce doğrusu şu duanın ne kadar da manidâr olduğunu anladım:

 

 

‘Ey Rabbimiz! Akıbetimizi hayr eyle!

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA