İSLAM AFYON DEĞİL SORGULAMADIR


Bu makale 2014-01-21 20:50:09 eklenmiş ve 792 kez görüntülenmiştir.

İSLAM AFYON DEĞİL SORGULAMADIR

Ceza ve ödülün tamamen bireysel olduğu inancı dinimizin temel prensiplerinden birisidir. İslâm inanç sisteminde hiç kimse babası dahi olsa bir başkasının suçu veya günahı sebebiyle cehenneme girmeyeceği gibi, bir başkasının yapmış olduğu iyiliklerle de cennete alınmaz. Bu esas Kur’an’da ‘Hiç kimse bir başkasının yükünü taşımaz’ veya ‘İnsan için sadece kendi kazancı vardır’ benzeri onlarca ayette açıkça ifade edilir.

Esasında insanı ötekisine karşı bağımsız ve özgür kılan bu prensip hemen hemen bütün teolojik sistemlerde hürriyet, sorumluluk ve kader gibi ana başlıkların da odağında yer alır.
Çünkü sahih dinî öğretiye göre kişi kendi insanî kimliğini ancak bu prensip sayesinde gerçekleştirir. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik, onun, ana-babasından bile bağımsız bir akıl ve vicdana sahip kılınmış olmasıdır. Hayatını atalarından içgüdü yoluyla öğrendiği tarzda inşa ve idame ettirmek ise, diğer canlılara has bir özelliktir.

Ne var ki, insanoğlu tarihi boyunca kendisine has kimi ‘değer veya özellikleri’ mesela ‘kendi akıl ve vicdanının sesi’ yerine başkasının sözüne körü körüne itaat etmeyi tercih etmiştir. ‘Körü körüne’ deyimi ile bizzat kendi akıl ve vicdan filtresinden geçirmeden ‘otorite’ kabul ettiği bir ‘başkasına’ mutlak itaati kast ediyorum. Oysa mutlak itaat inananlar için ancak her türlü eksiklik ve yanlışlıktan münezzeh olan Yüce Allah’a mahsustur.
İnsanı gerçek anlamda özgürleştiren bu prensip aynı zamanda onun her bir davranışındaki bireysel sorumluluğuna vurguyu da içerir. Yani kişinin tavır ve davranışlarında bir başkasını örnek edinmesi, ona itaat etmesi, onu bir otorite olarak esas alması kendisini sorumluluktan kurtarmayacaktır.

Bu prensibe dikkatimizi daha farklı şekilde çekmek amacıyla olsa gerek ki, Sevgili Peygamberimiz ‘Yaratıcıya isyan konusunda yaratılmışa itaat olmaz’ buyurur. Nitekim bu prensip modern hukukta da esas alınmış; amirin kanuna aykırı emrini yerine getiren memur da suçlu addedilmiştir.

Ne var ki, tarihî bilgiler ve sosyolojik gözlemler insanın bu prensibe çok da riayet etmediğini gösteriyor. Nitekim Kur’ân’ın bildirdiğine göre her peygamberin karşılaştığı ilk tepki ‘Bizi atalarımızın yolundan ayırmak mı istiyorsun? Biz atalarımızın yolundan ayrılmayız’ şeklinde tezahür etmiştir.

Kur’ân ise, insan aklının kilidini çözmek amacıyla olsa gerek ki, can alıcı bir soru sorar:

‘Ya, atalarının yolu yanlış veya ataları (işin doğrusunu) bilmiyorlar ise?
Kur’ân, bu prensibi zihinlere derinliğine işlemek amacıyla cehennemliklerin itirafları arasında şöyle bir bilgi de aktarır: ‘Diyecekler ki, Ey Rabbimiz! Bizler dünya hayatında efendilerimize ve ulu kişilerimize itaat ediyorduk. Belli ki onlar da bizi yoldan çıkarmışlar. Öyle ise onların cezasını iki katına çıkar’.

Bir başka yerde ise cehenneme girenlere: ‘Sizi buraya düşüren (suç ve günah) neydi? sorusuna: ‘Yanlışa dalanlarla birlikte dalardık’ diyecekler.

İkbal’in ifadesi ile ‘köpeğin bile bir başka köpeğe boyun eğmediği bir hayatı tecrübe eden insanın kendisi gibi bir kula bu derecede teslimiyeti İslâm inanç ve düşüncesi açısından asla kabul edilemez.

Nitekim putçuluğun ortaya çıkış nedenlerini konu edinen bir araştırmada bulacağımız ilk sebep de aynı körlük ve sapkınlıktır. İnsana akıl ve vicdanını bir kenara bıraktırıp çoğu zaman da sözde ‘hikmet’ kelimesi ile izaha çalışılan bu sapkınlık Kur’ân’da kişinin kendi ürettiği kuruntu anlamında ‘iftira’ olarak tanımlanmıştır.

Bu ‘iftira’ ise gizemli, ruhanî, mistik, dinî, millî-manevî temalar içeren bir takım akıldışı kılıflarla özellikle saklı tutulmaya çalışılır ki, bu da işin doğası gereğidir. Aksi takdirde sırrı fâş olur. Kartopu gibi her yuvarlanışında büyüyerek bir sonraki kuşağa aktarılan bu kuruntular yumağı gün gelir toplum zihninde kutsal bir kimlik kazanır ve sorgulanmaya kapatılır. Her sorgulama ise aforizma ile cezalandırılır.

Yoksa gören, duyan, düşünen, konuşan, yürüyen, iş yapan bir insanın, kendisi gibi bir beşere veya daha kötüsü kör, sağır, dilsiz, güçsüz bir takım nesnelere ‘tanrı’ diye tapınmasını nasıl izah edebiliriz?

Demek ki insan kendisini kendi akıl ve vicdanından tecrit edip bu kıymetlerini bir başkası adına iptal ettiği zaman belli ki yapamayacağı aptallık, düşmeyeceği sapkınlık kalmıyor.
İslâm’ın ilk muhatabı olan toplumsal/tarihsel/kültürel/dinsel zemin de işte böylesine ‘akıl dışı’ bir öz taşıyordu. Tıpkı ‘Aklını dışarıda bırak öyle gel’ buyruğu ile Kilise’nin karanlığa gark ettiği Ortaçağ Avrupa’sında olduğu gibi, akıl ve vicdan o zalim karyeden hicret etmişti. Bu nedenle olsa gerek ki, İslam öncelikle insanı kendi akıl ve vicdanıyla buluşturmaya çalıştı. Buluşanlar onu tercih ettiler. Bu tercih ile öncelikle Yaratan ile yaratılmış olanın güç ve kudretlerini birbirinden tefrik ettiler. Bu inanç ve bilinç ile de kula kulluğa son verdiler.

Sonuçta Peygamber’den dahi sadır olsaydı ikna olmadıkları her söze itiraz ettiler. ‘Ey Allah’ın Elçisi! Bu kendi görüşünüz mü yoksa vahiy mi? Diye açıklama istediler. Hz. Ebubekir ‘Ben Allah’a ve Peygamber’e bağlı kaldığım sürece bana itaat etmenizi istiyorum. Onlara bağlılıktan ayrılırsam bana itaat etmeniz gerekmiyor’ demişti. Bu bilinç ile donanmış Kureyşli bir kadın ise, ayağa kalkıp minberde hutbe okuyan Halife Ömer’e itiraz edebilmiş, Ömer de içtihadından vazgeçmişti. Bir başka sahabi de ‘Ey Ömer, doğruluktan ayrılırsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ diyebilmişti. Çünkü onlar varlık âleminde tek otorite olarak yalnızca Allah’ı kabul etmişlerdi.

 

 

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

BU TOPRAĞIN SESİNİ BEKLİYORUM

İçeriden ve dışarıdan, dost ve düşman, taraf ve muhalif - kini ve nefreti güneşi bile inkar edecek derecede kesif bir hal almamış ise şayet- karşılaştığınız her akıl ve vicdanın Türkiye’nin son on yıllık döneminde her alanda dağın başındaki şehir misali inkarı imkansız iyiliklerin yaşandığını teslim edeceği kanaatindeyim.

Mesela Ak Parti’nin iktidara geldiği 2002 öncesinde ehemmiyet derecesi itibariyle en kritik problemimiz olan Kürt Sorunu’nu ele alalım.  Halil Cibran’ın ifadesi ile ‘ekmeğe nan, suya av’ diyenlerin onlarca yıl yaptıkları her haklı itirazları bile ölümden başka yankı görmemiş Kürtlerin rahatsız olduklarını söyleyebilir misiniz? Söyleseniz bile inanacak birini bulabilir misiniz?

Aynı kafanın dünyaca insanlık suçu olarak tanımlanmış bu kirli ve o oranda aptalca kurgusu uğruna onlarca yıl, ödediği milyarlarca dolarlık ekonomik bedeli bir tarafa koyun, binlerce evladını kurban vermiş Türkler mi rahatsız yoksa?
 
Peki, toplumun en dezavantajlı kesimini oluştaran dul, yetim, öksüz, malul, engelli, yaşlı ve hastalara sordunuz mu hiç?

Veya yıllarca ülkenin yazgısı kılınmış siyasi istikrarsızlıkların yarattığı ekonomik herc-ü merci hanelerine gelir olarak geçirmeyi tarz-ı hayat edinmiş üç-beş ailenin dışında son dönemlerde tesis edilmiş istikrar ortamında ülkeye devasa yatırımlar yaparak geniş istihdam alanları oluşturmuş ticaret, ziraat ve zenaat erbabına sordunuz mu?  

Ya, bugün için yirmili yaşlarında hayatın toz-pembe baharında olup da eğitimden sağlığa, ulaşımdan ticarete hayatın her alanında bugünle asla mukayese edilemeyecek ‘kötü bir dünü’ tecrübe etmemiş gençlere sordunuz mu? Gerek yok, eminim ki, babalarının kendi yaşlarında ağarttıkları saçları bile tek başına onlara birçok şeyi zaten anlatıyordur.

İnanıyorum ki, kısm-ı azamisi bugün için iktidara karşı muhalif bir siyasi duruşu tercih etmiş bulunan Alevi vatandaşlarımızın bile dünkü Türkiye için ‘Gitsin de gelmesin’ diyorlardır.

Yoksa, kabaca ‘dindar ve muhafazakar’ diye tanımlayabileceğimiz siyasi bir kimlik taşıyan Ak Parti iktidarından rahatsız olanlar gayr-ı müslim diye bildiğimiz kesim olmasın mı?

Bugün ‘emeği bayrak edindikleri’ iddiasında olanların varisleri oldukları dikta bir zihnin iktidarınca el emeklerine, alın terlerine ve göz nurlarına bir takım ucube isim ve gerekçelerle el konulmuş mallarını yıllar sonra kendilerine iade etmiş, canını, malını, ırzını kendi canı, malı, ırzı gibi dokunulmaz kılmış bu iktidardan onların rahatsız olduklarına dair tek bir şikayet duydunuz mu?

Ak Parti iktidarlarından rahatsız olanlar sakın dindar/muhafazakar dedikleri kesim olmasın mı? Son yüzyıl boyunca inançları ‘tüm ülkeyi asırlardır sefalet ve cehalete mahkum kılmış ‘EN BÜYÜK GÜNAH’ diye suçlanarak ‘pandoranın kutusu’na mahpus kılınmış bu kesimden ‘bazı kesimlerin’ rahatsız olduğunu söyleseniz bile böyle bir aptallığa inanacağımı sakın beklemeyin.

Çünkü o kesimden olmanın az-çok neye tekabül ettiğini bilen birisi olarak, tarihçilerin söz konusu kesim için bu dönemi bir nevi ‘Fıravun ve ordusunun gark edildiği Kızıldenizin geçildiği gün’ gibi tanımlayacaklarından şüphem yoktur.

Zira fazla değil sadece yedi yıl önce ilahiyat fakültelerine bile sokulmayan başörtülü çocuklarının bugün onlarca yılın ‘başbelası’ olmuş başörtüleriyle her yerde ‘varolmanın’ ne demek olduğunu onlardan daha iyi bilen başka birisi olamaz da ondan.

Toplumun farklı kesimlerini sayarak lafı uzatabiliriz ama hangi kesime sorarsanız sorun, kendi cephesinden hangi parametreleri esas alırsa alsın eminim ki her birinin vereceği cevap ‘Yeni Türkiye’den sadece memnuniyeti işaret edecektir.

Bütün bunlara rağmen, ‘Peki, olan-bitenler neyin nesidir? diyecek olursanız;

Evet, olayların vehametine bakılırsa birilerinin hem de ciddi manada bir rahatsızlığı olduğu kesindir.

Ancak o rahatsızlığın bu toprağın akıl ve vicdanından kaynaklandığına dair beni ikna etmeye sakın kalkışmayasınız. Zira kendi varlığım başta olmak üzere tarihi, toplumu, aklı ve vicdanı inkar etmeksizin buna imkan bulamayacaksınız.

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

İNSAN VE VAROLUŞ

Her ne zaman bu iki kavram arasında bir ilinti kurma gereği duymuş isem, ‘Onların daha önce yaptıkları ile geriye bıraktıkları “izleri” yazarız’ (Yasin Suresi, 12) ayetini hatırlar ve özellikle ‘izleri’ kelimesine uzun uzun takılmışımdır. Asıl metinde Türkçede de kullandığımız ‘eser’ kelimesinin çoğulu olarak geçen ‘âsâr’ kelimesi insanın kendisinden ‘geriye bıraktığı her bir iz ve işaret’ anlamını taşır. İnsan, işte bu iz ve işaretlerde tarih, toplum, varlık, yaratılış, kutsal, ilk, son, hayat ve ölüm gibi bidayetten bu yana kendi muammasına adeta mahpus kimi sorularla buluşur.

Oysa bekli de farkına bile varmadan veya kim bilir seküler ve pozitivist kültürün etkisiyle olsa gerek ki, çoğumuz hayatın en kaba tanımını biyolojik bir süreç olarak tasavvur eder geçeriz. Bilmeyiz ki, bu tür bir tanımda insan diğer canlı türlerine müştereklikten gayrı bir paya sahip olamıyor. Oysa ‘varoluş’ insana özgü bir biçim olarak inançtır, ahlâktır, hürriyettir, eylemdir, değişimdir, değiştirmektir, ifnâ ve îcâttır. Dahası dünya gezegenine iz kazımaktır, tarih defterine kayıt düşmektir, beyinlere ve kalplere tohum ekmektir. Bütün bu izler elbette ki lafız ve manasıylasadece insana hastır.

Bu hususiyetin başat hale ulaştığı büyük ruhların ve cesur yüreklerin başında ise peygamberlerin geldiğine inanıyorum. Çünkü insan bilincine, tarihe ve topluma asla silinmeyen en derin izleri onlar kazıdılar. Hem de güneşi bile solduran zamanın pörsütemediği o derin izleri. Zamana inat semâya yükselen hürriyet abidelerini dikenler de onlardı. Azmanların altlarında cüceleştiği; kulla kulluğun köküne kibrit suyu döküldüğü o abideleri. Onlar, adalet şahikaları yükselttiler tepelerine insanlığın; zalimlerin korkulu rüyası olsun diye. Sonsuz rahmet gözesinden, merhamet suyu ile yeryüzü toprağını sulayanlar da onlardı. Ve insana, yaşamın süfliliğine hubûttan varoluşun ulviliğine urûcun yolunu gösterenler de.

Öyle ise, varoluş, ‘bir varmış’ı ‘bir yokmuş’a eşitleyen köhne ve kölece sıradanlıktan ve kokuşmuş durağanlıktan azâde olup, hayat iksiri ile tarih ve toplumun inkılâbına aslanca bir katılıştır. Oysa ‘yaşamak’ risksizliği din edinmiş tilkinin hayat tarzıdır. Çünkü o cebânetinin cezası olarak ancak aslanın kirlettiği avın artıkları ile geçinmeyi seçmiştir. Oysa varoluş aslancadır; el değmemiş avını bizatihi kendisi seçer, mücadelenin tadını; avlanmanın zevkini ise kendisi yaşar.

Özgürlüktür onun yazgısı, çünkü özgürlük, bir risktir. Bu risk, ancak yiğit ve coşkun yüreklerce göze alınır. Kader ise varoluşa irade koymuşların önünde titremektedir. Okyanus olmaya irade koymuş olana, yazgının kâtibi engin ufuklar tahsis etmiştir. Çünkü İkbâl’in ifadesi ile onun kaderi coşmaktır, daracık yataklara gelmez. Çiğ tanesi olmakla yetinene ise, kader kâtibinin yazacağı bir şey yoktur; çünkü onun kaderi, düşüp yok oluştur.

Varoluş, eşyanın hayat damarlarını oluşturan nehirler misali olmaktır, yani harekettir. Durgun sulardan tiksinti duyar o. Çünkü o Hindistan’a hayat veren Ganj, Afrika’yı sulayan Nil, Mezopotamya’yı yeşerten Fırat, Anadolu’ya can katan Sakarya, Balkanlar’a renk veren Tuna’dır mesela. Çorak hayatı yeşertmek içindir, tüm çırpınışı. Vuslat içindir, devinimi. Kaynağından alır hayat veren rolünü. Aynı kutsal kaynaktan beslenir aynı amaca matuftur İlahî Yasa. Gayesi hayat vermektir: Yani, “Allah ve Resûlü’nün hayat veren çağrısına katılmaktır”. Oysa yaşamak küçük ve durgun göllerde atalet, sefalet ve ufunettir. Varoluş, dev dalgalarla boğuşarak, sonsuzluğa kavuşmaktır. Büyük ruhlarla tanışmak için devinmek ve orada bekâyı yakalamaktır. Teslimiyet ve sükûnet içinde sonlularla birlikte fenayı beklemek asla değildir.

Varoluşa irade koymak, tek bir kader elbisesine sığmaz, her an yenisini talep eder. Onun vatanı yoktur. Çünkü hicret onun yoludur; hicreti olanın vatanı olmaz. Zira vatan yaşamaya teslim olmuşların sığınağıdır. Varoluşa karar vermişlerin ise durağa ve sığınağa ihtiyacı yoktur. Yaşamak, biyolojinin ilgisidir. Onun kafası, et ve kanla meşguldür. Kan, toprak ve et, onun evidir. Halbuki varoluşun aracı akıl, kitabı vahiy, hayatı ise, iman, aşk ve mücadeledir. Evi ise, tüm yeryüzüdür. Evinde akıl, aşk, iman ve mücadele vardır.

Varoluş bir cesarettir. Göklerin, yerin ve dağların çekindiği ‘ilâhî emaneti’ omuzlama cesareti... Varoluş sabırdır; zor çevrenin ve şartların dayanıklı yaratığı misali, dayanıklı ve tahammüllü olmaktır; sırtındaki yükü, menzile ulaştırıncaya dek yürümeye ahit koymuştur o... Yolculuğun çok tehlikeli ve hedefin çok uzak olduğunu bildiği gibi, her yolun mutlaka bir sonu olduğu inancıyla kuşanmaktır.

Varoluş düşünmek ve harekettir; her an yeni bir inşâ için rıbatta hazır bekleyiştir. Kısacası, İkbal’in aşağıdaki dizelerinde ifade ettiği gibi kölece bir hayatı tepip hür oluşu tercihtir:

 

Köle, günlerden kendine bir kefen dokur;

Gece ile gündüzü kendi üstüne örter.

Hür ise kendini çamurdan çekip çıkarır ve,

Kendisini gece ile gündüzün üstüne çeker.

Köle için günler bir zincirden gayrı bir şey değildir.

Dudağında daima “kader” kelimesi dönüp dolaşırken,

Hür insanın işi ise daima yeni bir şey yaratmaktır.”

 

Orhan ATALAY

atalayorhan@hotmail.com

 

 

 

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA