FAŞİZME ÖYLE ÇOK BENZİYOR Kİ, ŞEHİR ve ÜTOPYA..


Bu makale 2021-03-03 09:23:27 eklenmiş ve 331 kez görüntülenmiştir.
Tamer Uysal

 

 

 

 

FAŞİZMLERE ÖYLE ÇOK BENZİYOR Kİ…

 

Tamer Uysal <dosteli2@gmail.com>

 

 

Erbil Tuşalp ve “İslâm Faşizmi”

 

ABD’de 19.Yy sonlarıyla 1900’lerin başına kadar olan dönem “Yaldızlı Çağ” olarak da tanımlanıyordu. Ekonomik büyüme (sanayileşme) ile Avrupalı göçmen akımının yüksek olduğu bu dönem için kullanılan kavram, Mark Twain’in 1873’te yayınlanan Yaldızlı Çağ: Günümüzün Masalı romanından alıntılanmış, 1920-30’lu yıllarda kullanıma girmişti. Muckraker, ABD’de İlerleme Çağı’nda ortaya çıkan yerleşik kurumların ve liderlerin yozlaşmasını ifşa eden reformist fikirli gazeteciler için kullanılan bir sıfattı. 20.Yy başında siyasal iktidarlar için tehdit oluşturan gazeteciler için ABD Başkanı Theodore Roosevelt (1858-1919) “muckrakers” tanımlaması yapmıştır.

 

“Türk gazeteciliğinde fikir gazeteleri olmakla beraber, yorumlayıcı, araştırmacı haberlere 1980’den sonra sık rastlanır olmuştur.” (Temel Gazetecilik, Oya Tokgöz, İmge Kitabevi, 7. Baskı, 2008, 381) Tokgöz kitabında, Yorumlayıcı, Açıklayıcı Haber Verme ya da Fikir Gazeteciliği’ni (Interpretative Reporting)  “Çağdaş Gazetecilik Türleri” arasında göstermektedir.

 

5 Eylül 2020’de kaybettiğimiz Erbil Tuşalp fikir gazeteciliğinin önemli bir temsilcisiydi. Tuşalp, Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti’nce 1980’de yılın gazetecisi seçildi. Türkiye Gazeteciler Sendikası'nda da iki dönem Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev yapan Tuşalp, İnsan Hakları Derneği’nin ve Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf (TAKSAV)’ın kurucularındandır.

 

Cumhuriyet gazetesinin Ankara Bürosu’nda görevliyken Tuşalp de 1980’lerde aleyhinde dava açılmış gazeteciler arasındadır. (Türk Basın Tarihi, Hıfzı topuz, Remzi Kitabevi, 2.Basım, 2003, s.273)

 

“Yapılan araştırmalara göre 1980-1990 yılları arasında açılan basın davalarının sayısı 2000’in üstünde olmuştur. 3000 gazeteci, yazar, sanatçı ve yayıncı sanık olarak yargılanmıştır.

 

“Çıkan yazılarla gazete ve dergilerin kapatılmasına neden olmuş yazı işleri müdürlerine, toplam 5000 yıldan fazla hapis cezası verilmiştir.

 

“1980’den 1989’a kadar uzanan dönemde 850 yayın yasağı konmuştur. Bunların 440’ını Bakanlar Kurulu’nun, Basın Kanunu’nun 31. maddesine dayanarak aldığı kararlar oluşturmuştur. “  (s.273-274)

 

Erbil Tuşalp’i kaybettikten sonra ilk yaptığım iş okumadığım bir kitabını bulup okumaktı. İslâm Faşizmi-Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki… adlı kitabı 1999’da Doğan Kitap’tan arka arkaya iki baskı yapmış ikinci baskısından sonra başka bir baskısı yapılmamıştı. Araştırmacı (soruşturmacı) gazetecilik  (İnvestigative Journalizm) olarak nitelenen türde yapıtlar veren ender yazarlarımızdan birisiydi Tuşalp. Kitapları 1980’lerde benim gibi öğrenciyken türe ilgi duyanların da başucu kitaplarıydı. Erbil Tuşalp’i ben de Ege Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu öğrencisiyken Uğur Mumcu, Server Tanilli, Emre Kongar gibi yazarların kitaplarıyla beraber tanımıştım, Bin İnsan’la, Bin Tanık’la…

 

Hiçbir açık, hiçbir boşluk, hiçbir eksik alan bırakmazdı ele aldığı konularda Tuşalp. Ek bilgisiz, çok kısa ve kesintili yazmamış, haberciliğin temel ilkelerine uyan yazılardan oluşan, Eylül İmparatorluğu, İslâm İmparatorluğu, Şeriati Beklerken, Bin Tanık gibi hacimli kitaplar yazmıştır.

 

1985 yılı ve sonrası araştırmacı gazetecilik örnekleri peşpeşe yayınlanıyordu. Benzer formatta yayınlar için adeta milattı bu yıllar. Tuşalp, Bin İnsan-İnsan Hakları Dosyası ve Bin Tanık-12 Eylül Tutanakları gibi başlıklarla 1980’lerin ortasından başlayarak insan hakları ihlallerini örnek hadiseler ve belgelere dayanarak kitaplaştırıyordu. Gazetecilik ve Radyo-TV haberciliği eğitimi veren yükseköğretim kurumlarında öğrenci olduğumuz için  “habercilik” niteliği güçlü, gerçekçi ve belgelere dayalı bu dokümanter (belgesel) kitaplar çok önemliydi bizler için. Erbil Tuşalp gibi Yalçın Akdoğan, Osman Balcıgil, Ufuk Güldemir gibi gazetecilerin de inceleme kitapları yayınlanmıştır o dönem. Özellikle 12 Eylül, darbenin perde arkası ve sonuçlarını ele alıyordu.

 

Bin Tanık için şöyle diyordu Erbil Tuşalp: “… Binlerce sayfa belge geçti elimden, gözümden. Toplumun, yeni değerlerle biçimlendirilmeye çalışıldığı anlaşılmaz bir demokratik yapılaşma döneminde, yazılı belgelere yönelmek en doğru olanı…”

 

“12 Eylül Tutanakları-Bin Tanık’la 12 Eylül döneminin belgelerle yorumlanabilmesi için bir kaynak oluşturmayı amaçladım. Dönemin baskıcı niteliğinin nasıl sağlanmaya çalışıldığının belgelerini ortaya koymaya çalıştım.” diyordu.

 

En başta eğer sağlam kesin adımlar atılmadıkça burjuvazinin düzenine takoz koyan devrimcilerin, Denizlerin idamında takındıkları tavırla ortaya çıkan ve somutlaşan ılımlı İslâm/Müslüman modernistlerin en sonunda vara vara “Allah’ın yasaları tartışılmaz” noktasına vardıklarının altını çizer Tuşalp. (İslâm Faşizmi, Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki…, Doğan Kitap, 2.Baskı, 1999, s.8)  

 

1995’te Kilisli Türk yurttaşı Tır Şoförleri Seyfettin Erkut, M.Nuri Köseoğlu, Ali Kaya ile Mehmet Ali Sinanoğlu 149 kişiyle beraber S.Arabistan’ın şeriat hukukuna göre kafaları kılıçla kesilerek idam edilmişlerdi.

 

Tuşalp bu olayı ve Süleyman Demirel’in idamdaki rolünü anımsatırken 1980’e gelindiğinde ise askeri darbenin hemen ardından 8 Ekim 1980’de Necdet Adalı idam edilecektir. Onun katl’ini 17 yaşındaki devrimci Erdal Eren’in asılması izleyecekti.

 

“Ölü sayarak siyaset yapanların ölümüne siyaset yapanların kurbanları olan bu genç insanların nasıl yargılanıp asıldıkları bıkıp usanmadan araştırılmalı. Suudi’nin kadısını, celladını aratmayacak bizdeki yargıçların, savcıların izi sürülmeli” (s.10)  diyordu Tuşalp…

 

Tuşalp, “askeri diktatörlük”ten ve “şeriatçi polis demokrasisi”ne evrilen sürecin geçtiği aşamalardan şu şekilde sözediyordu:

 

“Bir sonbahar gecesi  ‘askeri diktatörlük’ meydanından başlayan yolculuk,  ‘parlamenter demokrasi görüntüsü altındaki devlet başkanlığı diktatörlüğü’ caddesinden geçip; gözetim altındaki parlamenter demokratik rejim’ sokağına gelecek. Serüven işte bu son durakta noktalanacak. Türkiye belki de ‘şeriatçi polis demokrasisi’ olacak.” (s.13)

 

“Ya halk ya ümmet,  ya da, ya birey ya da kul olacağız.” (s.16) 

 

S.Arabistan’ın şeriat hukukuna göre 149 kişiyle beraber kafaları kılıçla kesilerek idam edilen Türk yurttaşı Tır Şoförleri hakkında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Ağustos 1995’te, “Bile bile bu suçları işliyorlarsa neticesine katlanmak zorundalar. Bu insanları kurtarmaya çalışıyor gibi gözükerek, asıl amacı dine küfretmek, İslâm’a saldırmak olan kesimin hareketleri kanıma dokunuyor.” şeklindeki sözlerine de yer veriyordu.

 

Erbil Tuşalp, sandıktan çıkmış olsa da diktatörlerlerin elinde inanç boyutundan soyutlanan dinin siyaset aracı olarak iktidar olduğunu ifade etmiş, mukayese edilirse Hitler’in Nasyonal Sosyalist (Nazi) partisinden de farklı olmadığını vurgulamıştır. (s.17)

 

“2000’li yıllara kadar ve hatta daha uzun yıllar için düşledikleri, özledikleri, öngördükleri rejimin adı düpedüz faşizmdir. İslâm faşizmidir.” şeklinde ifade ederken Palmiro Togliatti’nin,  “faşizm durağan ve tanımlanmış bir süreç değil’ ama faşizmin kitlesel etkilerinin tarih boyunca ülkeden ülkeye büyük farklılıklarla aynı acıları yaşattığı biliniyor.” diyerek altını çiziyordu.

 

İslâm faşizminin Mussolini’nin İtalyan faşizminden, Hitler’in Nasyonalizm’inden, İspanyol Falanjizm’inden,  Japon, G.Amerika’daki, Orta ve Doğu Avrupa faşizmlerindekinden farkının olmadığını anımsatıyordu. Ve Dimitrov’un “Finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktası” tanımıyla karşılaştırıyordu. 

 

1998’in Türkiyesinde ise siyasi İslâmın etkisindeki faşizm için, “Finans kapitalin tam desteğindeki İslâm sermayesinin Arap ırkçılığıyla birlikte hareket eden en gerici, en ümmetçi, en şoven kesimlerinin emperyalizmin güdümündeki açık ve terörist diktası” demektedir.

 

İran’daki Kum, Suriye’deki Şam ve Cezayir’deki kamplardan dünyaya ve Türkiye’ye yayılmış şiddet örgütlerinin envanterini en küçük ayrıntıya kadar isim isim belgelerle örnekleyen Tuşalp, günümüzde Türkiye’deki örneğine, “Partili Cumhurbaşkanlığı”, “Patrimonyal Sultanizm” ya da “Güçlendirilmiş Başkanlık” gibi kavramlar kullanılan “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” öncesinde “faşizm” olgusuna ve söylemlere de soruşturmacı gazetecilik anlayışıyla ışık tutan önemli ve güncelliği kaybolmamış bir kitaba imza atmıştır.

 

Aziz Nesin’in “Türkiye, dünyanın en kötü anayasasını yapan ve ona kefil olan adama oy verdi.” dediği, gazeteci ve yazarların yargılanıp hapse atıldıkları 12 Eylül’ün kara günlerinden gele gele milletvekilleri hakkında dokunulmazlıklarının kaldırılıp yargılandıkları bir döneme, bugüne gelmiştik.

 

Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı’nın basın kartını iptal ettiği yüzlerce gazeteciden biri olarak 75 yaşındaki Erbil Tuşalp, “Bu benim için onur belgesidir” demişti. Dik duruşundan asla taviz vermeyen, objektif ve bağımsız gazeteciliğin bir temsilcisi olan Tuşalp’in İslâm Faşizmi-Faşizmlere Öyle Çok Benziyor ki… kitabı tekrar tekrar okunmayı ve yeni baskıları da hakkediyor…

 

Tamer UYSAL

 

 

 

 

 

 

ŞEHİR VE ÜTOPYA

 

Bursa, Bayburt ve İzmir… Üç  kent.. Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız…

 

-1-

"Büyük şehir insɑnını büyüleyen ɑşktır, ɑmɑ ilk bɑkıştɑ değil, son bɑkıştɑ ɑşk." Walter Benjamin

1940’ta Nazilerin eline düşmemek için intihar etmesi Walter Benjamin'in yaşamını dramatik hale getirmiştir ancak yapıtları yaşadığı sanayi devrimi sırasında düşünceleri de oldukça ilginçtir. O dönem aydınları arasındaki hiçbir şey umut edildiği gibi olmamış yaygın olan melankolik yaklaşım yapıtlara da aynı şekilde umut ve hayal kırıklığı biçiminde yansımıştır. Das Passagenwerk (Pasajlar) adındaki kitap Walter Benjamin'in kentler ve kültürel gelişme arasındaki ilişkileri ele alan bu alandaki nadir yapıtlardan biridir. Aragon'un 1919’da opera pasajının yıkılacak olması üzerine yazdığı metin, “bu pasaj için ’insan akvaryumu’ (yani, bugüne ait bilmecelerin çözüldüğü düne ait bir kalıntı) demesi, Benjamin açısından büyük bir ilham kaynağı olmuştur”... Edebiyat eleştirmeni N. Gürbilek kitapla ilgili olarak bir konunun altını çiziyor ve "Walter Benjamin, geçmişi sonraki kuşaklara aktarılacak bir hazine olarak değil, bir enkaz olarak görüyordu." diyor...

Ütopya konusu ve ütopik yazın alanı oldukça geniş... Miguel Abensour “Ütopya”da iki ismin bu alana katkılarını ele almıştı: "Projemiz daha ziyade ütopyayı yazgısının iki güçlü anında kavramak: Önce şafağında, sonra da Walter Benjamin'in felaket dediği en son tehlike karşısında." diyordu… Paris özelinde -ki sanayileşmenin başlarında burjuvazi açısından (Haussman vs.) Paris Komünü dolayısıyla özel bir kentleşmecilik plânı alanına- konu olmuştur. "Pasajları flaneur'le ilişkilendirirken, Walter Benjamin'in şiirsel düşüncesi bu mekânı flanörün gezintisinden koparır ve phalanster'in sokak-galerisiyle ilişkilendirir." der Abensour (S.64, L'Utopie de Thomas More a Walter Benjamin, Versus Kitap)...

Sosyalist ütopyacı C. Fourier’in ortaya attığı bugün artık pratikte önem kazanmaya yer edinmeye başlayan perma kültür alanıyla yakın ilişkili ütopik bir kavramdı falansterler... Toplu yaşam alanı tasarımı bir toplu yaşam modeli...Doğa ile üretimi barıştıran... Flaner yani flaneur'ün sözlük anlamı ise boş boş gezinmek sürtmek demektir. Ancak Baudlaire'in kullandığı anlamda "şehri deneyimlemek için sokakları yürüyerek gezen kişi" demekti. Şairin türettiği anlamda... Çünkü Pasajlar’ın etrafında döndüğü merkezlerden bir diğeri, Baudelaire ve özellikle de onun en meşhur eseri “Kötülük Çiçekleri” idi...

Bu konuya nerden geldim... Bursa sokaklarında dolaşıyorum... Bursa'da kentleşme konusunda ipin ucu kaçmış... Şehirde son yıllarda tek tek uluslar arası oteller açılıyor. Hilton, Sheraton, Divan şu bu... Pazarlama alanında pek başarılı olamadıkları için yabancılara da "buyrun gelin" denilmiş... Belli ki kent turizm için elverişli varsayılıyor... Benim 25 yıllık yerel yönetim çalışmaları sırasındaki gözlemim de bu yönde… Tabi bunda diğer ekonomik faaliyet alanlarında maliyetlerin yüksek olması ve kapsam gerektiren (arge vs.) teknik altyapıda yeterli birikimin olmaması da etken... Yani işin kolayına kaçanlar için imdi yağlı kapı: Turizmcilik... Bu yüzden bu alana teşvik de çok olmuştur hep... Ancak turizmle gelişmiş bir ülke örneği ise pek yok o başka...

 

İşte böylesi bir kentin sokaklarında dolaşıyorum...Önce ver elini Pazar Pazarı. Doğduğum, çocukken gezindiğim sokakları, binaları resimliyorum... Bir eski dosta rastlıyorum: “Ne yapıyorsun Tamer resim mi çekiyorsun” diye soruyor... "Bilmiyor musun ben karışık adamım" diyorum... Şakasına gülüyor. "Bilmem mi."… Pazarcıların atışmacıları: Biri karşı sergiciye "Yaşa Vatan Yaşa Millet dersiniz" diyor ve ekliyor: "Ama düzelten gene sizsiniz..." Gülmem mi...

Ve bir ihtiyar amca denk çıkıyor karşıma... Büyük şans... Ona da çay ısmarlıyorum: "Oğlum yanlış anlama" diyerek başlıyor... Belli ki bu yaşına rağmen mahalle baskısının gadrine uğramış, o yüzden tedbir alıyor... Buyur amca diyorum... Başlıyor. "Bunların akılları almıyor amma..."

S.Merinos'un kapatılmasından dem vuruyor... Oh be diyorum içimden. Uzun zaman oldu, aklı başında bir insana denk gelmiş olmanın huzuru var şimdi bende. Dağ yöresinden olup da böyle düşünmesi daha da şaşırtıcı oluyor benim için... Çünkü orası Bursa'da o malum çevrenin seçimlerde neredeyse -tulum-lar çıkarttığı bir bölge...

Bir daha görüşmek umuduyla vedalaşıyoruz...

 

Bir işadamı hayat hikâyesini anlatıyor;  memleketimin yeşiline benziyor diye kalkıp Bursa’ya gelmiş Karadeniz’den. Sanırsınız ki çevreci falan olup bu işlerle uğraşacak ama bakıyorsunuz girdiği  işe: İnşaat.

 

Bu Bursa örneği…

 

“Derdim: yeter, sakin ol, dinlen biraz artık;
Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam,
Siyah örtülere sardı şehri karanlık;
Kimine huzur iner gökten, kimine gam.”

(İçe Kapanış, Kötülük Çiçekleri, Charles Baudelaire)

 

-2-

Bursa’nın yeşili Karadeniz’in yeşili ile tabi mukayese edilemez. Ama iç Karadeniz; Bayburt hariç mesela…

 

1980’lerin sonları... Acemi birliğinden dağıtımım Trabzon’a yapılmış 3 gün orda misafir edildikten sonra Bayburt’a dağıtımımızı çıkartıyorlar. İlkbahara girmişiz. Terminalden bir otobüse bilet alınmış en arka koltuklarda 5 kişilik.  Astsubay beni işaret ediyor: “Bunlardan sen sorumlusun eğer bir şey olursa” diyor tehditvari... Aynı şefkati İstanbul’la Bayburt’taki subaylardan da görmüştüm nedense. Bir tanesi özellikle takmıştı bana. Onun tavrı çok açıktı zaten: "Sen terörist misin lan!" şeklinde hitap etmişti bir defasında, bunu hayatım boyunca unutamadım.  Adamın yüzünü bir daha görmemek için sıhhiye ihtiyat subaylarından biriyle anlaşmıştık da tezkereyi revirde alıp terhis olmuştum. Ben ve arkadaşımı mahkemeye vermiş cezanın azlığını yedirememişti kendine. Zira biz ikimiz de garnizon komutanının yanındaki kısa dönemlerdendik. Bayburt’u böyle anımsarım.

 

Bir de şu “Bayburt Bayburt olalı” diye anlatılan Bayburtlu hikâyesiyle. Başka o yıllardan aklımda kalan bir şey yok . Olmadı. Küçük bir yerdi Bayburt. İlk indiğimizde kışlaya teslim olmamış şehri tanımak için bir otele yerleşmiştik. Şehir dediysem metropolde yaşayanların aklına gelecek türden bir şey değil. İki tane bina vardı bomboş Bayburt arazisinin orta yerinde ikisi de terk edilmiş… Biri hemen askeriyenin yanında tuğla fabrikası diyorlardı. Almancıların yaptığı sonra işletemediği. Kapanmış. Diğeri de bir un fabrikasıymış. Sonra yıllar geçti aklımda ne Bayburt kaldı ne de oradan hatırlamak istediğim herhangi şey. Askerde önüme savılan törenlere ilişkin görevlerimi anımsıyorum bir de. Dini bayramda şeker tutma, milli bayramda şiir okuma gibi. Bayburt merkezinde yol kenarına kurulmuş kürsüde şiir okuduktan sonra Bayburtlu bir amcanın ellerini arkasına kavuşturmuş dikkatle beni dinlediğini farkettim. Bu şiir okuma faslından sonra aşağıya bakınca gözgöze gelmiştik beni alkışlarken "heyecanlandın evlat" falan demişti. Onu unutamadım bir de. Yaptığım sadece bir roldü o zaman aslında o kadar... Adı zikredildikçe sağda solda bu da aklıma gelir.

 

Bayburt. Tutucu bir yer.

 

Bayburtlular hemşericilik aklıyla belki savunabilirler: "Bayburt çok büyüdü gelişti eski Bayburt değil" falan diye. Bu mahrumiyet bölgesinde neyin açılışıdır ne açılabilirdi ki başka. Bayburt’ta... Bayburt Bayburt’tu işte... Bursa’da yaşadığımı öğrendiklerinde yeşil ve güzel bir yer olduğunu söylerlerdi Bayburtlular hep. Çoğunun aklı dışarıda ve çoğu da göçmendi zaten. Üniversite açılmış şehir dışa biraz genişlemiş ama hiçbir yerde Bayburt’la ve üniversitesi ile ilgili bir haber duyulmuş muydu sanmam. Sıradan bir “tabela üniversitesi” işte. ANAP’ın geçmişte yol yapıp kendine bağladığı muhafazakâr halkıyla bilinen küçük bir Anadolu kasabası... Yani “Yaban” (hani Y.Kadri’nin romanında milli mücadele sırasında Anadolu’da küçük bir köye yerleşen subayın başından geçenleri anlattığı roman, köylülerin ihtiyat subayına taktığı sıfat, köylüler tarafından yadırganması durumu) ... Ben hep o gözle bakmıştım açıkçası. Belki bana da öyle bakmışlardı. Belli ki herkes birbirine öyle bakmıştı… Sadece bana eşlik eden bir Nâzım şiiri... 


Topraktan öğrenip 
kitapsız bilendir. 
Hoca Nasreddin gibi ağlayan 
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
 

dizeleriyle aklıma geliyor... Bir de şimdi Berhan Şimşek ve Orhan Hakalmaz’ı bilirim Bayburtla alakalı işte onlar kadar… Bayburt gezi direnişinde sesi çıkmayan iki şehirden biri idi (diğeri de Bingöl). Sağ siyasetin siyasetçinin arada sırada çalım sattığı bir yerdi bana göre.


Hep böyle merasimler için muhafazakâr kentlerin seçilmesini yadırgamıyorum artık bu sadece bir taktikti o kadar… Suikast deyince birilerinin sadece fasa fiso deyip geçtikleri Susurluk hadisesi mi akla geliyor.

 

Türkiye’nin geçmişi bunlara halbuki hiç yabancı değildi. Derin devlet ve kontrgerilla kavramları öyle yeni şeyler değildi. Talat Turhan kullanmıştı ilk olarak, sonra DAS; gizli kurulan Dinamik Ana Strateji örgütü… Hatta Sabri Yirmibeşoğlu "6-7 Eylül olayları Özel Harp işidir muhteşem bir örgütlenmeydi amacına da ulaştı" demişti açık açık. Ajitatör olan adam da valilik gibi makamlara bile ulaşmıştı sonradan. Sonra Paul Henze’nin "Bizim çocuklar başardı" demesi. Fuller in Anadolu’yu adeta bir kıvılcıma bakar barut fıçısına benzetmesi ve tertipler tertipler…


Gazetecilerin tutuklanması hukukçunun katledilmesi bunlar da Rusya’yla yaşanan krizin ardından gündem değiştirmeceydi. Birileri bu işleri üstleniyordu o kadar…
Bayburt mu…  Aynı Bayburt değişen ne olsun ki, ne demişti Nâzım Kuvayi Milliye Dastanı’nda: 


Onlar ki toprakta karınca, 
suda balık, 
havada kuş kadar 
çokturlar; 
korkak, 
cesur, 
câhil, 
hakîm 
ve çocukturlar 
ve kahreden 
yaratan ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

 

Bayburt’un il olma hikâyesi 1980’lerin sonlarına rastlıyor. Benim yukarıda anlattığım askerlik dönemime denk geliyor. Şehir hakkındaki “opera tepkisi” rivayeti ise sanırım 90’ların ortalarında Milliyet’te yayınlanmıştı. Ben o yıllarda Zülfü Livaneli’nin bir köşe yazısında okumuştum onu. Livaneli de “Bayburt Bayburt olalı” diye başlayan o ünlü anekdotu bir arkadaşından duyarak aktarmıştı köşesinde. İlginç olan Bayburt’un 4-5 dönem hep aynı 1-2 ismi milletvekili olarak Meclis’e göndermeleriydi. Hepsi de sağ partilerden, liberal ve muhafazakârdılar…

 

Bu da Bayburt örneği işte…

 

-3-

“Kapitalizm, toplumsal evrimi ekolojik evrimle tamamen uyumsuz hale getirmiştir.” Murray Bookchin

 

 Bütün ütopyalar sonuçta dönemi içinde toplumların karşılaştıkları sorunlar için öneri getiren anahtarlar niteliğindedir ve bunu gizli anlatımlar ya da göndermelere başvurarak yapar. Bu düşlerle dünü (nostalji) ve gelecekle ilgili tasarımlarla da (hayal) yarını kapsar.  Her yönüyle ütopya yazını elbette edebiyatta önemli bir alanı doldurur.

 

“Ütopyalar, çoğunlukla toplumsal krizlere bir yanıt olarak ortaya çıkarak toplumların dönüşümünü amaçlarlar.” diyor Sadık Usta (S.40, Türk Ütopyaları, Kaynak Yayınları). Ancak Abensour’un “Ütopyadan yoksun bir toplum, tam anlamıyla totaliter bir toplumdur.” sözünü sırf totaliter toplumlar için sarfettiği iddia edilmemeli…

 

“Ütopya sözcüğü, bildiğimiz gibi, bir kelime oyununun ürünüdür. Yunancada, yer/mekân anlamına gelen ‘topos’un başına olumsuzluk takısı eklenerek icat edilmiştir: U-topos, olmayan yer, yok-ülke.” (Ütopyalar Dizisi, Kaynak Yayınları) 

 

M.A.Kılıçbay, Leviathan’a (Thomas Hobbes) yazdığı önsözde ise şöyle diyordu: “Her ütopya , bir cennet veya bir cehennem senaryosudur ve modelini haritada terra incognita diye gösterilen yerlerden alır.” Yani bilinmeyen yerlerden… O sebeple keşifler çağı olarak anılan 15 ve 16. Yy’da Avrupalılar için Asya ve Amerika terra incognita olmuştur. Keşif bekleyen deniz ötesi topraklar bilhassa adalar ise Avrupalı yazarlar için birer ütopya konusu…

 

Tıpkı Beydeba gibi, Ezop gibi, La Fontainne gibi Yaşar Kemal, Fakir Baykurt’u da edebiyatımızın fabl ustaları kabul etmek gerekiyor. Çocukluğumda okuduğum Y.Kemal’in “Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca”sı ile Fakir Baykurt un “Sakarca” adlı çocuk kitaplarını bu kategoride saymak yanlış olmaz… Bu iki ustanın andığım yapıtları hem hayat görüşümü şekillendirmiş hem de bana kitap okuma alışkanlığını aşılamışlardır.  Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduğumda üniversite yıllarında okuduğum Cüneyt Arcayürek’in o yıllarda kaleme aldığı “Ku-de-ta” adlı roman aklıma gelivermişti. C.Arcayürek ve Z.Livaneli iki ayrı ada hikâyesi anlatmıştır.

 

Kudeta (Coup d’Etat), hükümet darbesi anlamına gelen Fransızca bir sözcüğün okunuş şekli idi. Düşsel bir adada geçen olayları anlatır. 1985’te yayınlanan kitap 12 Eylül askeri darbesinden sonra sivil yaşama geçişi anlatır: Serbest piyasa, özelleştirme, liberalizm uygulamaları vs.

 

Son Ada ile ilgili tabi ki tavsiye edilmesi kadar Y.Kemal’in kitaba yazdığı önsözdeki  “Zülfü büyük kapıdan bu romanıyla girmiştir.” şeklindeki övgü dolu sözler alıp okumamda etkili olmuştur. Livaneli’nin 2008 yılında yayımlanan romanında anlatıcı “son sığınak, son insani köşe” dediği bir adaya sığınıyor.

 

Ada birlikte üretip (fıstıkçamı) kazancın paylaşıldığı ütopik bir adadır. Başta sessiz kendi halinde insanların yaşadığı (40 hane)  bir diktatörün gelmesiyle değişmeye başlıyor. Kötüye giden ve en sonunda adanın doğal dengesinin de bozulmasına yol açan olaylar (martıların öldürülmesi, zehirli yılanların ve tilkilerin çoğalması) ekseninde distopik bir hikâyeye dönüşümünü anlatıyordu. Roman için, “Toplumun ve doğanın kendi dengelerini bulacağı, daha doğrusu bulması gerektiği üzerinde yoğunlaşıyor. Eğer bu dengelere müdahale etmeye kalkarsanız, sonuç felakete varıyor; hem doğa mahvoluyor hem insan.” diyordu Livaneli. 

 

Her iki roman dönemin siyasal ve toplumsal yapısını hicveder. İlki 80’li yıllar ikincisi yakın siyasal tarihimizi. Ütopyadan distopyaya dönüşen iki romandaki ortak başka bir özellik de tıpkı Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt’un başvurdukları gibi hayvanları kişileştirmeleri olayların içine katmalarıydı:

 

“Herkes özgür olacak, insanlar, tavşanlar, yılanlar diledikleri gibi yaşayacaklar, aralarında tartışacaklardı. ‘Ada için ne düş’ dedi.” (Kudeta, S.138). Her iki romanda da tavşanlarla, tilkilerle, yılanlarla savaşıyordu ada halkı…

 

Birçok mekânda geçen ütopya türleri var: Ada, kıta, gökyüzü...

 

En bilinen iki ada hikâyesi Platon’un aktardığı “Atlantis” ve F.Bacon’un yazdığı “Yeni Atlantis”ti. En son okuduğum ada ütopyası (distopyası) ise Bernard Beckett’in “Genesis”i (2006)…

 

Yakın gelecekteki ütopyaların birçoğu karamsardı ve birer distopyaya dönüşüyordu.  En bilinenlerinden arasında H.Wells’in “Zaman Makinası” Aldoux Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”, Cormac McCarthy'nin “Yol” (2006) adlı kitapları da sayılabilir.  Her biri aslında post- apokaliptik  (kıyamet sonrası bilim kurgu) hikâyeler… Wells’e göre upuzun yıl sonra (800 bin yıl) iki farklı biyolojik ırk gelişiyordu: Yukarı dünyalılar ve yeraltında yaşayanlar (Morlocklar). Morlockların durumu pek iç açıcı değildi. Beckett’in Genesis (Oluşum) adlı romanı da işte böyle bir gelecek öngörüyor: Büyük savaşlar, çevre kirliliği, iklim değişiklikleri, salgın hastalıklar vs. sonucunda bir adaya sığınan insanların kendi geliştirdikleri androidlerle (yapay zeka) karşı karşıya kalışını anlatan felsefik türde bir distopyası...

 

Son zamanlarda peşpeşe yeniden yayınlanan 3 deniz ütopyası da dikkate değer: “Sürü” (Frank Schatzing), “Kedi Beşiği” (Kurt Vonnegut) ile “Ada” (Aldoux Huxley). Şimdilerde bunları okumaktayım...

 

Ada ve ütopya konusu İzmir’i aklıma getirdi.

 

Üniversite’yi 1980’lerde İzmir’de okudum. Vaktimizin büyük kısmı Bornova’da geçerdi. 1997’de babamla hem yakın ziyareti hem not dökümü (transkript) almak için tekrar İzmir’e gittiğimde büyük hayal kırıklığı yaşamıştım. O yılların İzmir’i şimdiki gibi kalabalık ve gürültülü bir şehir değildi (Şimdi hangi büyük şehir öyle değil ki?). Eli kolu sallayarak yürüdüğümüz o bomboş Bornova caddelerinden karşıdan karşıya geçmek için artık beklememiz gerekecekti. Karşıyaka’da da aynısını yaşadık. Bu defa yolda yürürken insanlarla çarpışır hale gelmiştik.

 

25 yıl sonra babamı kaybettikten sonra yeniden yolum İzmir’e düşmüştü. Çeşme’ye giderken arkadaşımla yol üstündeki İzmir’de duraklayıp dolaşmak içimizden bile geçmemiştir.

 

YANKI magazinsel üslupla siyasi yayın yapan ve okulda da idareciler tarafından takip edilen bir dergiydi.  O yıllar çeşitli dergilere seçtiğim konular basın-yayın ile eğitim sorunu üzerine olurdu. Böyle bir düzine yazı...

 

Öğretim görevlimiz Şadan Gökovalı’nın tertiplediği bir üniversite gezisi sonrası İzmir üzerine de bir yazı kaleme alıp dergiye göndermiştim. Kadifekale’nin bakımsızlığından, çevresindeki düzenlemelerin özensizliğinden falan bahsetmiş ve şöyle demiştim: “Kadifekale’nin çevresine gelişigüzel serpiştirilmiş birkaç çiçekten ibaret görüntü yaratılmış sadece. Gezmek için ne bir yol var, ne hocamızdan başka bir rehber. Ne bu yerlere gereken önemi veriyoruz ne de tanıtımını yapabiliyoruz buraların. Oysa hemen her Avrupa ülkesinin broşürlerinde eser ne kadar yıpranmış da olsa çevresi iyi onun için güzel görünüyor. Adamlar sahip oldukları tarihi eserleri çok iyi koruyorlar, adeta simgeleştiriyorlar.” (Sayı 776, 10-16 Şubat 1986).

 

İzmir’i bir fuar günü avlusunda sabahladığımız sabunsuz Basmane hotellerinden birinden de anımsamadan edemiyorum… Ve sabun isteyince adamdan yediğim fırçayı da unutamam…

 

Uzun yıllar oldu İzmir’e hiç gitmedim bir daha. Sadece İzmir’le ilgili iyi kötü bir şeyler anımsıyorum. Nasıldır ne haldedirler o anımsadıklarım bilmem. Şimdi ise İzmir’le ilgili güzel şeyler duyuyorum sadece. Umarım duyduklarım gibi hepsi daha iyi durumdadırlar şimdi. O zamanlar en azından böyleydiler…

 

Bursa’da restorasyon, renovasyon, restitüsyon vs. adı altında yıkılıp yeniden yapılan eski eserlerin akıbetini görünce İzmir için güzel şeyler temenni etmekten başka aklıma bir şey gelmiyor çünkü…

 

Ve bu da İzmir örneği idi.

 

Ütopya şehirlerinin çoğu aşırı kalabalık, sağlıksızlık ve pahalılık (yapı malz.) gibi gereksinimlerle tasarlanmıştı. Yaşam koşulları, hava kirliliği, trafikte harcanan zaman ve park ile yeşil alan yoksunluğu gibi nedenlerle de sadece mekanı değil toplumsal yapıyı da yani bir ideal kenti de hedeflemiştir. Bu ideal fikirlerden hiçbiri hayata geçirilmemiş  olsa da çoğu uygulanan mimari tasarımlara; prefabrik yapılara, yer altı sığınaklarına, çağdaş metropollere, uydu kentlere vs. esin kaynağı olmuşlardır.  

 

3 kent... Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız…

 

Tamer UYSAL

 

 

 

 

 

AKKUYU VE “NÜKLEER ENERJİ” İLE İLGİLİ GERÇEKLER

Söylentiler basit birer geyik miydi !.. Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. Bu aslında nükleer lobilerin ilk girişimiydi. Ardından Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası gerçekleşmişti.

Kullanım kolaylığı, sanayide vazgeçilmezliği ve yaşamsal önemi nedeniyle, elektrik enerjisi üretiminde tüm dünyanın kabul ettiği genel ilkelerden birincisi, “elektrik enerjisinin olabildiğince ucuza üretilmesidir.” Bu açıdan bakıldığında ucuzluk sıralamasında nükleer enerji en sonda yer almaktadır.

Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. Bu aslında nükleer lobilerin ilk girişimiydi. Nükleer Santraller başta güvenlik ve atık sorununu çözememiş olması nedeniyle geleceğin değil geçmişin teknolojisidir. Gelecek ise geçmişin sorunlu teknolojisiyle değil geleceğin sorunsuz teknolojileriyle planlanır. Ülkemizin sahip olduğu kaynaklar ve potansiyeli yeterince araştırılmayıp kullanılmamaktadır. Alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yabancı şirketler tarafından kurulan tesislerde yetersiz olan fosil kaynakların kullanılması dışa bağımlılığı arttırmaktadır. Oysa ülkeler ulusal enerji politikalarını belirlerken enerji kaynakları çeşitliliği ve potansiyeli, dışa bağımlılıkları, coğrafi durumları, nüfus artış hızı, finansman durumu gibi değişkenleri dikkate almaktadırlar. Bu nedenlere bakıldığında ülkemizin kendine özgü koşulları göz önünde bulundurulmamaktadır.

Dünyadaki Uranyum Rezervleri 6.000.000 tondur ve 
hiç yeni santral kurulmasa bile şu anda mevcut olan santrallere ancak 50 yıl yetecek kapasitededir.

Buna karşılık dünyanın kömür rezervi 250 yıllık, doğalgaz rezervi 100 yıllık ve petrol rezervi de 100 yıllıktır. Su, rüzgâr ve güneşin ise zamana bağlı bir sınırı yoktur. Dünya’da uğruna savaşlar çıkartılan başta petrol olmak üzere doğalgaz, kömür gibi tükenen ve çevreyi kirleten fosil yakıtların, temiz ve yenilenebilir “barışçıl” enerji kaynakları yerine aymazca kullanılması tam 2 yüz yıldır dünyadaki doğal dengelerin bozulmasına neden oldu. Su ise geleceğin önemli stratejik enerji kaynaklarından biri olmaya aday. Çünkü atmosfere salınan sera gazları nedeniyle dünyadaki belirgin ısı artışı önemli iklim değişiklikleri meydana getiriyor. Karaları besleyen buzulların erimesiyle yıla göre ortalama su dağılımı dengesizliğinin artmasıyla birlikte gelecekte kuraklık tehlikesi ile karşı karşıya kalma olasılığı görünüyor. 

Türkiye su bakımından zengindir. Jeotermal kaynaklar açısından dünyanın sayılı ülkelerinden biridir. Ayrıca yakın bir gelecekte petrolün ömrünü tamamlamasından sonra onun yerini alacak olan hidrojen yatakları ve yakıt pillerinde kullanılan bor da Türkiye’de bol miktarda bulunmaktadır. Bunların yanında jeotermal enerji, biyokütle enerjisi, dalga enerjisi, gelgit enerjisi gibi temiz ve yenilenebilir çeşitli alternatif enerjiler bulunuyor. Tabii ki yapılan çalışmalarla bunlara ileride yenileri de eklenebilecektir.

Ancak, “Ülkemizin 10.000 ton Uranyumu ve 380.000 Toryumu var bunları değerlendireceğiz ve enerjide dışa bağımlı kalmayacağız” demek gerçek bir kara cahilliktir. Çünkü; 10.000 ton Uranyum rezervi içinde sadece 100 ton Nükleer Santralde kullanılabilen Uranyum 235 vardır. Gerisi Uranyum 238’dir ki nükleer santralde kullanılamaz. Toryum ise tıpkı Uranyum 238 gibidir ve nükleer santralde kullanılamaz. Ayrıca ülkemizde uranyumu nükleer santralde kullanmaya yönelik yakıt hazırlama teknolojisi yoktur. Yakıt işleme teknolojisine sahip bir kaç ülkeye bağlı kalınacaktır.

Türkiye enerji kaynaklarını temiz enerjiye çevirmek zorunda. Temiz enerjiye geçiş, Türkiye’de istihdam yaratacak. Örneğin, Almanya rüzgar enerjisinde 16 bin megavatlık bir güce ulaştı ve 140 bin kişi temiz enerji kaynakları dediğimiz rüzgar, güneş, küçük su santralleri, biyokütle gibi sektörlerde çalışıyor. Üstelik alternatif enerji kaynakları dururken Türkiye’de yetersiz olan fosil kaynaklarla yabancı şirketlerin kuracağı tesislerde kullanılacak olması dışa bağımlılığı arttıracaktır.

Diğer yandan nükleer atıkların temizlenmesi oldukça maliyetlidir, ton başına üçyüzyirmibeşbin dolara çıkmıştır. Nükleer atık depolama tesislerinin maliyeti ise milyarlarca dolardır.

Buna karşılık “nükleer enerji” üretimi alternatif kaynaklar arasında birim maliyeti en yüksek olan enerji kaynağıdır. Hidroelektrik santralleri ile ortalama bin dolar iken nükleer enerji üretiminde 3-4 katıdır. Fotovoltaik/güneş pilleri, bu konuda henüz yaygın kullanılabilir ve ucuz bir teknoloji yoktur. Ancak 2015 – 2020 yıllarından sonra fotovoltaik pillerin maliyeti diğer teknolojilerle kıyaslanabilir noktaya gelecektir.

Batıda nükleer reaktörlere karşı kamuoyunda büyük bir reaksiyon vardır. Bu yüzden tesisler tasfiye edilip yeni yapım planları iptal edilmektedir. Ancak böylesi bir tablo içinde işsiz kalan Nükleer Santral yapımcıları 
kamuoyu baskısının ve demokratik tepkilerin ciddiye alınmadığı 
ikinci kuşak ülkelere yönelerek mali krizlerini aşmak istiyorlar. Bir yandan nükleer santrallerinin olağanüstü yüksek işletme maliyetlerini üçüncü dünya ülkelerine nükleer silah teknolojisi satarak finanse etmek istemektedirler. Akkuyu’da yapımı planlanan santral inşaatı ihalesine ABD, Japonya, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülke kartellerinin katılması dikkat çekicidir. Zira nükleer enerji santrallerinin önemli bir kısmı bu ülkelerde bulunmakta ve elektrik üretimlerini bu yolla sağlamaktadır.

Öte yandan deprem kuşağında yer alan Türkiye için nükleer tesislerin kurulması risklidir. Hatırlanacağı gibi Akkuyu’ya Nükleer Santral kurmaya yönelik ihalenin 15 Ekim 1999’da sonlandırılacağı açıklanmıştı. O tarihlerde çok güvenli söylemiyle pekiştirilen nükleer santrale yönelik beklenmedik bir şey olmuş ve Japonya’da Takaimura nükleer kazası olmuştur. Akkuyu’nun yer lisansı, 1976 yılında, henüz bir Çevre Bakanlığı dahi yokken alınmıştı. Nitekim, Akkuyu’ya 1976 yılında yer lisansı onayı veren üç kişiden biri olan Nükleer Mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman, bugün için bu lisansın geçersiz olduğunu beyan etmiştir. Başta stratejik konumu dolayısıyla Marmara ya da Karadeniz Bölgesine yapım planları iptal edilen Akkuyu Nükleer Enerji Santralı Akdeniz’e kaydırılmış ancak 11 Eylül’den sonra, nükleer santralların birer hedef olabileceği sıkça tartışılmıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde ise, kuzey ya da güney, doğu ya da batı, nerede olursa olsun, nükleer santralların bir saldırı için çok ciddi sonuçlar doğurabilecek birer hedef ve hatta birer atom bombası oldukları söylenmiştir.

Oldukça maliyetli olan nükleer enerjinin üretilmesi aşamasında açığa çıkacak atıklar başta doğal kaynaklar olmak üzere ülke ekonomisine büyük tehdit oluşturmaktadır. Çevreyle ilgili kamuoyu oluşturmakla görevli oluşumların tartışma ve kararları dikkate alınmak zorundadır. Devlet hem kirleten hem de denetleyen olamaz. Çevre kanunu, yerel yönetimlerin işlevlerini düzenleyen yasalar hatta anayasada çevre ve insan sağlığının korunmasının temel bir hak olarak gösterildiği de unutulmamalıdır.

Temel Kaynak: TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası MAİ ve Küreselleşme Karşıtı Grubu açıklama metni.

http://www.antimai.org/cv/emonukrp.htm


Tamer UYSAL


 

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA