Üniversitelerde Atatürkçü-Darbeci vesayetten Dinci-Atatürkçü vesayete mi?


Bu makale 2018-12-20 09:22:37 eklenmiş ve 853 kez görüntülenmiştir.

 

Üniversitelerde Atatürkçü-Darbeci vesayetten Dinci-Atatürkçü vesayete mi?

13.12.2018 Perşembe

Türkiye'de herhangi bir vesayet odağına bağlı olmaksızın sadece ismi ile müsemma olan bir üniversite var mı, bilmiyorum. Bilen varsa, söylesin. Ama Türkiye'nin üniversitelerinin dünya sıralamasında ancak müstemleke ülkelerinki ile yarışabildiklerini hepimiz biliyoruz. Kendilerini darbecilerin üniversitelerdeki emir kulları olarak gören akademisyenlerin tahakküm ettikleri üniversitelerden bilim adına bir ilerleme beklemek de saflık olur. Türkiye'deki her darbenin en ateşli savunucularının üniversitelerdeki cübbeliler olmaları da bu kurumların diğer bir utancıdır maalesef.

 

Hele hele üniversitelerde laiklik adına estirilen terör ve ırkçılık dünyadaki az üniversitede bulunabilir ancak. Gerek özgün ve özgür düşünen bilim insanları ve gerekse siyasi muhalefetin mağdur olan kesimleri Türkiye'deki üniversitelerin bu halini hep eleştirdiler. Gerçi üniversitelerdeki bu müptezelliği net bir şekilde eleştiren ve iktidar olduğu takdirde üniversiteleri tekrar asli hüviyetlerine kazandıracağı vaadinde bulunan Ak Parti 16 yıldan beridir iktidardır ve üniversitelerdeki vesayetle hala baş edebilmiş değildir.

 

Haktan, hukuktan, insanlıktan, ilim ve irfandan nasibini almamış bir rejimin kendisine benzettiği kurumları ıslah etmenin kolay olmadığını biliyoruz. Ancak görünen o ki, Ak Parti de seleflerinin yaptıklarını zaman zaman tekrar etmekten geri kalmıyor; ehliyet ve liyakat yerine tarafgirlik yapıyor. Bu da mevcut vesayete paralel ve bazen de özdeş yeni bir vesayetin oluşmasına yol açıyor. Atatürkçü-Darbeci vesayet biraz kabuğuna çekilmiş, ama şimdi de yeni vesayet türleri kol geziyor. Buna dair o kadar çok örnek var ki… Biri, rektör olduktan sonra Dicle Üniversitesi'ni FETÖ'nün karargâhına dönüştüren ve sonra da FETÖ'den hüküm giyip bir süre hapis yatan Prof. Dr. Jale Saraç ve diğeri de 9 Eylül Üniversitesi'nin rektörü Prof. Dr. Nükhet Hotar. Her ikisi de keyfi uygulamalarını ve gayri meşru icraatlarını bazen dini, bazen milli ve bazen de iktidar gibi referanslara dayandırıyorlar. Hatırlarsanız, Saraç, gerçek yüzünü bir süreye kadar başörtüsü ile maskeleyebilmişti. Peki, Dokuz Eylül Üniversitesi'nin çiçeği burnunda rektörüne ne demeli? Sizce de bitmesini umduğumuz vesayetin hala ne kadar da güçlü olduğunun korkutucu bir örneği değil mi? Hotar'ın Engizisyon yargıçlarından bir farkı var mı? Bazı basın-yayın organlarında çıkan haberleri teyit etme ihtiyacı bile duymadan ve üstüne üstlük suçlanan öğretim üyesinin ifadesine de başvurmadan onu görevden almasının başkaca bir izahı var mı? Sahi, bazı basın-yayın organlarının ve dolayısıyla Hotar'ın iftirasına maruz kalan ve işinden de olan Sayın Prof. İbrahim Emiroğlu hakkını nerede ve nasıl aramalı?

 

Şu bir gerçek ki, senatolarını bir engizisyon mahkemesi gibi çalıştıran ve bilim insanlarını yargılamadan giyotine ve darağacına mahkûm eden rektörlerin hüküm sürdükleri üniversitelerde ne bilginin, ne bilim insanının ve ne de öğrencinin bir değeri olur. Çünkü Galileo'larını biçenler vicdanı ve irfanı hür nesiller değil, olsa olsa mankurt yetiştirirler.

 

Atatürkçü-Darbeci vesayetten kurtuluyoruz derken, şimdi de Dinci-Atatürkçü bir vesayetle karşı karşıyayız. Öncekiler bari takiye yapmıyorlardı ve harbi idiler. Şimdiki vesayetçiler bukalemun gibidir. Karşımıza bazen Jale gibi başörtülü, bazen Nükhet gibi modern-muhafazakâr ve bazen de Taşaltın gibi “dinci” olarak çıkabiliyor. Kutsallık ve değer adına ne varsa, hepsini tepe tepe kullanıyorlar.

 

Yukarıdaki “dinci” kelimesini hangi anlamda kullandığımı anlamışsınızdır, ama ben yine de belirteyim; buradaki kastım din ve dindarlar değil, dini ve dindarlığı istismar edenlerdir.

 

İbni Haldun der ki, bilgi, kendisine değer verilmeyen yeri terk eder. Türkiye'nin üniversiteleri de maalesef İbni Haldun'un kast ettiği o bilgiden yoksundur. Olan bilgiyi de sultalarının devamı için kullanıyorlar.

 

Gönül isterdi ki, Erdoğan'ın genelde kamuya ve özelde üniversitelere yaptığı atamalar mevcut vesayeti ortadan kaldırıcı ve yeni vesayetlere de meydan okuyucu donanımda olsunlar. Ve yine gönül isterdi ki, Erdoğan'ın icraatları bize selefi olan Ahmet Necdet Sezer'i değil, mesela Ömer Bin Abdülaziz'i hatırlatsın.

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxvvvvvvvvvvvvv

 

Xxxvvvvvvvvvvvvvvvvvv

Müdür bey sınıfa girip de öğrencilere abdest aldırdığımı görünce…

20.12.2018 Perşembe

Yine bir Din Dersi saati idi. İlkokul birinci ve ikinci sınıf öğrencilerine abdesti uygulamalı olarak öğretiyordum. Ki kapı çalındı…

 

Öğrenciler sandalyelerini çekmiş ve lavaboya doğru bir hilal şeklinde dizilmişlerdi. Boyu yetmeyenler için de lavabonun önüne bir sandalye koymuştum. Onlar sırasıyla gelip abdest alırken, diğerleri de izliyordu.

 

Kapıyı çalan müdürümüz idi. O bizleri selamlarken, ben de kendisine doğru ilerleyip elini sıktım ve “hoş geldiniz Müdür Bey” dedim.

 

Müdür bey hayatında ilk olarak gördüğü bu manzara karşısında hayretini gizleyemedi. Bununla birlikte gayet saygılı bir ses tonu ile “Bekir Bey, bu nedir, ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Ben de abdestin ne demek olduğunu birkaç cümle ile anlattım. İkinci sorusu da merak yüklüydü: “Bunu bir defalık bir şey mi, yoksa her zaman mı yapacaksınız?” Ben de, “abdestin günde beş vakit olan namazın ön şartlarından biri olduğunu, ama öğrensinler diye arada bir yapacağımızı” söyledim. Biraz düşündükten sonra, “buraya bir leğen ve bir de çiçekleri sulama vazosu alsak, daha iyi olmaz mı?” diye sordu. Ben de, “çok daha iyi olur” deyip teşekkür ettim. Ve müdürümüz iyi dersler dileyerek sınıftan çıktı.

 

Ertesi hafta geldiğimde, müdür bey okulun kapısında idi. Selam verdim ve hal hatır soruşturduk. İçeriye birlikte girerken, bana, “Sayın Tank” dedi, “leğen ile ibriği aldırdım. Lavabonun altındadır.” Kendisine teşekkür ettim.

 

Ondan sonra öğrencilerim birbirilerinin eline su dökerek abdestlerini alıyorlardı. Sınıfta bazen namaz kıldığımız da oluyordu. Sınıftaki dolapların birinde de seccadelerimiz ve kızlar için başörtülerimiz vardı.

 

Rejimin bekçileri panik yapıp, “bu okul da nerede?” diye aramaya ve ihbar etmeye kalkışmasınlar. Çünkü bu okul Türkiye'de değil, Aşağı Avusturya'nın Leobersdorf köyündedir. Bu müdürümüzün adı Sayın Gerhard Seidl idi. Daha sonra öldü. Sevecen, disiplinli, başarılı ve daha birçok özelliği nedeniyle “başöğretmen” olarak taltif edilmişti.

 

Bir gün müdürümüze, öğrencilerimle birlikte kiliseyi ziyaret etmek istediğimizi söyleyip izin talep etmiştim. Önce şaşırmıştı, ama nedenlerini anlattığımda da sevinci görülmeye değerdi. Velilerimizi de bilgilendirdim. Bazıları biraz tepki gösterdiyseler de, hepsi de çocuklarını gönderdiler. Tabii ki, öğrencilerim de kiliseyi ziyaret etmenin dinen sakıncası olup olmadığı gibi konularda birbirinden ilginç sorular sordular. Bu arada papaza da kiliseyi ziyaret edeceğimiz gün ve saati bildirdim ve rehberlik etmesi için istirhamda bulundum. Ve kiliseye gittik. Önce papaz anlattı, sonra da öğrenciler sordular merak ettikleri şeyleri.

 

Daha sonra ne mi oldu? Doğrusu güzel şeyler oldu. Avusturyalı öğretmenler de öğrencileriyle birlikte camiyi ziyaret ettiler. Ve bu etkinlik zamanla Avusturya'da yayılarak devam etti.

 

Yeri gelmişken, ortaokul müdürümüz Sayın Gerhard Vorauer'i de anayım. Hepsine bu vesile ile sağlık ve esenlik dilerken, yeni yıllarını da kutluyorum. Yıllar ne de çabuk geçiyor! Bir ora bir bura derken, bir de bakıyoruz ki, Azrail ile göz gözeyiz. Şairin dediği gibi, “gitmemeye çare mi var?”

 

Ne mutlu o kimselere ki, hayatlarını kimden geldiği ve kime döneceği bilinci ile yaşarlar!

 

 

 

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

 

 

Sizinkisi kimin İslam'ı?

06.12.2018 Perşembe

Sizinkisi kimin İslam'ı? Allah'ın İslam'ı mı, Saltanat İslam'ı mı, Anadolu İslam'ı mı, Avrupa İslam'ı mı veya başka bir İslam mı?

 

Geçenlerde Almanya'da İslam Konferansı'nın dördüncüsü gerçekleştirildi. Konu şu: Avrupa İslam'ı! Avrupa'daki Müslümanlara nasıl bir İslam'ı yaşamaları gerektiğini ortaya koymaya çalışıyorlar.

 

Tabii, bunu da hahamlara veya papazlara yaptıracak değiller. Bu görevi kökenleri Müslüman ailelere dayananlara ve görünüşte Müslüman olanlara veriyorlar. Aslında bu konu yeni değil. Almanya yıllar önce böyle bir girişimde bulunmuştu. O zamanlar bu uşaklığa talip kişi Almanya'da yaşayan ve Türkiye Araştırmalar Merkezi diye bir derneğin de başkanı olan Prof. Dr. Faruk Şen adında bir Türk idi. Hatta Şen, Euro İslam'ın şartlarını da yazmıştı. Euro İslam'ın 5 şartı vardı ve bunların ilki de, “Laikliğe inanmak” idi.

 

Yanlış anlaşılmasın, bu işlerde bir Şen yok, binlerce Şen var. Yani Avrupalılar kendilerine hizmet ettirecek uşaklar bulmakta hiç mi hiç zorlanmıyorlar. En fazla fiyatları değişiyor.

 

İşte geçen günkü İslam Konferansı'nda da aynı şeyleri konuştular. Zaten şimdiki uşaklarından nasıl bir İslam'ı istediklerini yaptıkları yiyecek ve içecek ikramlarıyla da gösterdiler. Gerisi artık bu uşakların işidir.

 

Kâfirler Müslümanlara din üretiyor da, Müslümanlar Allah'ın İslam'ı ile yetiniyorlar mı? Soru çok mu ağır oldu? Haklı olarak bu soruya karşı çıkıp, “İslam bir tanedir” diyorsunuz. Haddizatında İslam bir tane de, bu bir tane olan İslam kendilerini Müslüman olarak tanımlayanların hepsi için geçerli değildir. Veya hepsi aynı İslam'a iman ediyor olmalarına rağmen, amelde bazı hükümleri çarpıtanları, değiştirenleri ve yok sayanları bile var. Örneğin, “ben Müslümanım, ama İslam'ın ahkâm ayetlerini kabul etmiyorum” diyenler çıkabiliyor. Veya birçok Müslüman böyle bir açıklamaya gerek duymadan İslam'ın hükümlerini hayatının dışına atabiliyor. Dolayısıyla ortaya birden fazla İslam çıkıyor. Yani bugün dünya üzerinde onlarca ve hatta yüzlerce İslam olduğunu söylersek, abartmış olmayız. Ve ne yazık ki, bugün Müslümanların ezici çoğunluğu Allah'ın kendilerine verdiği “Müslüman” adını kendilerini tanımlamak için yeterli görmüyorlar.

 

Allah buyuruyor ki; “size Müslüman adını veren O'dur.” Sizin de bu ayetten hareketle, “ben Müslümanım” demeniz tek başına yetmiyor. Müslümanlıkla birlikte eğer mezhep, cemaat, tarikat, parti vb. şeyler de anılmıyorsa, makbul görülmüyor. Bazı Müslümanlar maalesef Allah'ın, “Müminlerin kardeş oldukları” hükmünü de sulandırırlar. Şöyle ki: “Müminler kardeştir” dedikten sonraki cümleleri, “ama” ile başlar ve şartlıdır. Aksi halde kardeşlerinin kanına giremezler. Bunun içindir ki, bazı Müslümanlar bazen ayetleri çarpıtarak, bazen mezheplerin arkasına sığınarak ve bazen de başka gerekçelerle Allah'ın hükümlerine karşı söz ve eylemlerde bulunurlar. 

 

Her biri kendi çıkarlarına uyarlanmış bir İslam oluşturduğu zaman ise, ortaya Emevi İslam'ı, Abbasi İslam'ı, Osmanlı İslam'ı, Sünni İslam, Şii İslam, Suud İslam'ı, Atatürk İslam'ı, Şah İslam'ı, Apo İslam'ı ve Anadolu İslam'ı gibi dinler çıkmaktadır. Bazıları Allah'ın açık hükümlerinin çarpıtılmasını “İslam'ın farklı yorumu” diye dayatır ki, yalan söylüyorlar. Çünkü İslam'ın hiçbir yorumu Allah'ın açık-seçik olan bir hükmünü geçersiz kılmaz. İslam'ın esaslarına aykırı olan yorumlar da doğal olarak İslam'dan sayılmazlar. Örneğin, Allah, “haksız yere bir insanı öldüreni, bütün insanları öldürmüş gibi” görüp, bu fiili işleyenlere “katil” mi diyor? Allah varsın, bunu desin. Bu fiili işleyen eğer kendi tarikat, camia ve oluşumlarında ya da ırklarından saygın ve muteber gördükleri ileri gelen birileri iseler, mutlaka bir bildikleri vardır. Yoksa bu itibar ve saygınlık izafe ettikleri biri katil olur mu? Eğer öldürdülerse, bir bildikleri var demektir. Oysa İslam'a göre, kişi özgür iradesi ile işlediği fiilin failidir. Yani haksız yere birini öldürdüyse, katildir. Bir şeyi çaldıysa, hırsızdır. Yalan beyanda bulunuyorsa, yalancıdır ve müfteridir.

 

Ama Allah'ın İslam'ını kendi emellerine, heva ve heveslerine bir engel olarak görenler, ilk iş olarak Allah'ın hükümlerini bir şekilde çarpıtırlar. Örneğin, siz istediğiniz kadar Allah'ın Kur'an'ından, “Seni insanlara imam (bir rehber, bir önder) yapacağım” demişti. İbrahim: “Benim neslimden de...” deyince, Allah: “Benim ahdim (imamet ve önderlik rahmetim) zalimlere erişmez” ayetini okuyunuz ve peşinden de, Hz. Muhammed (sav)'in, “eğer hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa…” hadisini ekleyiniz. Onlar için bu açık hükümler değil, kapılarında bekledikleri halifelerinin, sultanlarının ve liderlerinin fiilleri önemlidir.

 

Varsın, Allah istediği kadar Kur'an'da bunu açıkça belirtmiş olsun. Varsın, Hz. Muhammed Kur'an'daki o hükümleri hiçbir kapalılığa yer kalmayacak şekilde açıklamış olsun. Bunların hiç mi, hiç önemi yok. Eğer halifeleri, sultanları, şeyhleri, imamları, reisleri ve liderleri bir konuda hükmünü vermişse veya İslam'ın açıkça haram kıldığı bir fiili işlemişse, ölçü onlardır. Bu kullara da düşen görev, Allah ve peygamberden gelen nassları deyim yerindeyse, hizaya sokmak ve yola getirmektir. Onların fiillerini “usulüne göre” yorumlarlar ve sonuçta da “kitabına uydururlar.” Yani içtihat ise içtihat, kıyas ise kıyas ve maslahat ise maslahat! Maalesef dünümüz ve bugünümüz bu gibi çarpıtmalarla ve bu gibi Allah'a isyan eylemleriyle doludur.

 

Evet… Müslümanlar olarak, İslam ümmeti olarak bugünkü halimiz de hiç mi hiç iç açıcı değildir. Gerçekten büyük bir zillet içinde debelenip duruyoruz. Birbirimizin malını haksız yere yemek yetmiyormuş gibi, kâfirlerin öldürdüklerinden daha fazlasını biz birbirimizden öldürüyoruz. Oysa Allah'ın İslam'ına göre müminler izzet sahibidir. İzzet müminlere ve zillet de mümin olmayanlaradır. Bu çelişkiyi gidermemiz için her birimizin kendimize sorup cevabını da bizzat kendimizin vermesi gereken soru şudur: Benim inandığım ve yaşamakta olduğum İslam kiminkidir?

 

Xxvvvvvvvvvvvvvvvv

xxxxvvvvvvvvvvvvvvv

 

Toplumsal yozlaşma ve ahlaki çöküntü üzerine

29.11.2018 Perşembe

Son zamanlarda toplumsal yozlaşmadan, ahlaki çöküntüden ve değerlerimizin sarsıldığından sıkça şikâyet eder olduk. Tabii, aynı zamanda kendimizi de pirüpak görüp, sorumluluğu da başkalarına yükleyerek. Kendimizin dışındaki herkesi sorumlu tutar bir halimiz var.

 

Hem bireyler olarak hem de gruplar, cemaatler, vakıflar ve partiler olarak gidişat hakkındaki hoşnutsuzluğumuzu her geçen gün daha yüksek bir sesle dile getiriyoruz. Ama hiçbirimiz de bir özeleştiri yapmaya yanaşmıyoruz.

 

Nerede ve ne zaman olursa olsun, her toplumun ahlaken iyileşmesinde veya kötüleşmesinde en büyük pay devletindir ve iktidardakilerindir. Ama bu, idare edilenlerin de bunda bir paylarının olmadığı anlamına gelmez. Çünkü her iktidar gücünü ve meşruiyetini halkın pasif ve aktif desteğinden alır.

 

Yaşıtlarımız hatırlayacaklardır. Bir zamanlar gündemimizde İslam'ın bütün hayatımızı kuşattığı konusu önemli bir yer tutardı. Yükümlülüklerimizden konuşurduk. En fazla da bir kötü ile ve bir kötülük ile karşılaştığımızda, göstermemiz gereken tavrın ne olması gerektiği üzerinde durur ve evvela elimizle müdahale etmemiz gerektiğini, buna gücümüz yetmiyorsa, dilimizle ve buna da gücümüz yok ise, kalbimizle buğz etmemiz gerektiğini birbirimize hatırlatırdık.

 

Ancak bugün çok farklı bir yerdeyiz. İslam, gittikçe hayatımızı terk ediyor. Daha doğrusu biz İslam'ı hayatımızın dışına zorluyoruz. Yaşamadığımız her bir dini hükmün yerini doğal olarak birçok münker dolduruyor. Çünkü hayat boşluk kabul etmiyor. “İnandığımız gibi yaşamazsak, yaşadığımızı zamanla inanç haline getirmemiz” kaçınılmaz oluyor. Örneğin, sahipleri Müslüman olan eğitim-öğretim kurumlarının, gazetelerin ve televizyonların yüzde kaçı İslam ile barışıktır? Allah'ın savaş açtığı faizin reklamlarına yer vermeyen kaç TV, radyo, gazete ve dergi var?  Holdingleşmemiş ve gerçekten ismi ile müsemma olarak kalan bir cemaat var mı? Geliri ve gideriyle şeffaf olduğuna inanabileceğimiz kaç cemaat, vakıf ve dernek kaldı geriye?

 

Âliminden avamına kadar birbirimizle olan ilişkilerimiz gerçekten ne kadar kardeşçedir? Münkere karşı Müslümanca bir dayanışmamız var mı? Yalan, iftira, zina, faiz, kumar, içki, cinayet, rüşvet, alışverişte kul hakkına tecavüz, ölçü ve tartıda hile ve daha nice kötü fiillerin işgalinde olduğumuzun farkında mıyız? Bizdeki kul hakkına tecavüzün Avrupa'daki herhangi bir gayrimüslim toplumunkinden kat be kat ileride olması ne anlama geliyor?

 

Bizden önceki kavimlerden sonları kötü bitenlere benzediğimizin farkında mıyız? Allah'ın gazabına uğrayan kavimlerle bu kadar benzerlik şerre alamet değil mi?

 

Allah'ın biz inananlara olan şu ayeti bu anlamda bir uyarı olsa gerek: “Ey iman edenler, iman ediniz!”

 

Not: Elimde artık bitirmem gereken bir çalışmam var. Bu durumu gazetemizle de paylaştım. Dolayısıyla her an birkaç aylığına ara verebilirim. Siz saygıdeğer okurlardan da beni mazur görmenizi istirham ediyorum.

 

Görüş ve Önerileriniz için... btank@dogruhaber.com.tr

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA