BİLGİ TOPLUMUYLA FOSSEPTİK ÇUKURUNUN KIYISINDA!*
Dr. A. Alper AKÇAM
Sosyal bilimlerde, felsefede, insan davranışının yönlendiricisi bilincin geleceğinde
olağanüstü karmaşalar, tartışmalar yaşıyoruz. Elimizin içinden, inandığımız bazı kavramların
uçup gittiğini, kutsal bildiğimiz davranış biçimlerinin yadırganır olduğunu görüyoruz.
Ummadık anda bunalımlar patlıyor. Belirsizlikler egemendir. Tek tek insan istençlerinin
yaşamın şekillenmesindeki yetersizliği, çaresizliği ve metafizik inançlara yönelmeyi
kışkırtıyor.
Bilginin, tekniğin ulaştığı boyut, bilgisayarının başında yalnızlaşan insanı, ayrımında
olmadığı bir kopuşa, küçülmeye yöneltiyor. Duyular, duygular, algılar değişiyor. Nesnel
gerçekliğin yerini sanal saplantı ve yanılgılar alıyor. Düne kadar, insanı karşılaştığı
olumsuzluklardan, düş kırıklıkları karşısında yıkımdan koruyan bilinç, oturacağı gerçeklik
temelinden kopup gidiyor.
Kimi aydınlar için geleceğin sınıfsız, kardeş toplumuna ulaşmanın yolu, umudu
sanılan sosyalist yönetimlerin çökmesiyle birlikte, şaşkınlık ve kararsızlık yeni boyutlar,
içerikler kazanıyor. Egemen olan anarşidir. Üretimdeki plansızlıkla tüketimdeki patlayası
çılgınlık, geleceği belirleyecisi olarak yerleşiyor bilinçlere. Toplumun geleceği için, daha
güzel yaşamlar için düşünmenin anlamı kalmamıştır. Birey, yalnızca kendisi için yaşamalı,
çok iyi çözemediği toplumsal yapının önüne sürdüğü görevleri yapmalı, diğer insanlardan
önde olmaya, başkalarının omuzlarına, kafalarına basıp yukarılara tırmanmanya çalışmalı,
daha çok değeri kendi birey bölümüne kapıp yığmalı, her davranışını, karşısındaki eşyanın, ya
da canlının ederiyle ölçmelidir.
Duygularla yaşamak, başkaları için özveride bulunmak yerine fizyolojik
gereksinimlere (açlık, susuzluk, birleşme güdüsü v.b.) yönelmektir kazanan. Sosyal bilincin,
kötülüklere direnmenin, toplu davranışa yönelmenin yerini, bireyin kendi sanal tutsaklığıyla
uzanan dokunulmazlığı almıştır. Yaşamın acımasızlığı ve karmaşıklığına karşı ruhsal
kurtuluşun yolu da, soyut, boş inançlardan, topluma ve diğer insanlara değer vermeyen
çılgınlıklardan geçmektedir. Her şey, yalnız birey için, bireyin bir sonraki yaşamı, öteki
dünyası içindir.Yüzlerce yıl sonra, metafizik inanışlar, dinler yeniden altın çağındadır. Yıldız falları,
şeytana tapınmalar, esrar eroin esriklikleri, ruh çağırma yanılsamaları yeni yandaşlar
kazanarak çoğalmaktadır. Kazanan belirsizliktir, insan bilincinin yenilgisidir.
Bu karışıklıkta, aydın diyebileceğimiz, okumuş yazmış, bir avuç ayrıcalıklı içinde de
tartışmalar yaşanıyor. Düne kadar, aldıkları toplumcu duyarlılıkla toplumu değiştirmeyi
düşünenlerin, bunu başaramayınca kendilerin değiştirdiklerini, duyarsızlıktan, umarsızlıktan
yana olduklarını, duyarlılıktan, sanattan yanaymış gibi görünenlerin de, soyut, saçma,
postmodern sıçrayışlarla aynı yerde zıplamayı sürdürdüklerini görüyoruz. Yanıbaşımızdaki
dostlarımızın, ilkin dil sürçmesi sandığımız değişimlerini izliyor, süreç içinde kopuşlarını,
ayrı cephelere gidişlerini izliyoruz.
"Aptallıktı bizimki canım... Neredeyse canımızdan oluyorduk. Memleketmiş,
insanmış... Hadi canım sen de! Bakın çevrenize, doğadaki mücadeleyi görün. Evrenin kendi
yasasıdır, üstün olanın, güçlü olanın kazanması, iyi yaşaması..." diyorlar.
İnsanlar arasındaki yarışı kışkırtan, dayanışmayı yok eden küresel ve çılgın kapitalizm,
insan toplumunu, orman yasalarından daha acımasız bir ölüm kalım savaşına sürüklerken,
ayrıcalıklı yaşayanlar, ayrıcalıklı oluşlarını kendi yeteneklerine ve doğa yasalarına bağlayarak
konumlarını yasallaştırmanın felsefesini yapıyor, günah çıkarıyorlar.
En büyük pay ve kazanç halkası batılı gelişmiş ülkelerde bulunan tekeller zinciri,
yoksul, geri kalmış bölgelere doğru incelerek egemenliğini sürdürüken, çıkar çarklarından
kırıntılar koparabilmeyi başarmış insanların omuzlarını, gönüllerini okşuyor, diğer insanlara
göre üstün oluşlarından yararlanmalarını istiyor.
Eğitim, kültür, özgürlük, milyarlarca insan için ulaşılamaz, bilinemez kavramlar haline
geliyor. Kapitalizmin plansız, programsız, insan işgücünü sömürmeye dayanan yapısı, "yeni
dünya düzeni", "sersebt piyasa ekonomisi", "liberal ekonomi" gibi adlarla allanıp pullanıp
bezetiliyor. En büyük çarpıklıkların, sosyal adaletsizliklerin kaynağı olan sistem, bir özgürlük
ortamı, becerili olanın kazanabileceği, toplumsal ilerlemeyi yönelten bir yarış, doğanın, doğal
yaşamın olağan bir parçasıymış gibi gibi tanıtılıyor.
kokular, kokular...
Bu özgürlük(!) ortamının gönüllü savunucularına soracağız elbet... Ağrı'nın bir dağ
köyünde doğması kendi istenci, seçimi olmayan bir çocuk, eğitim çağına gelmiş bir genç, yine
kendi istenci dışında, İstanbul'da, bir yalıda doğmuş, özel öğretmenler ve kurslarla yetişen bir
başka genç arasındaki eğitim ve gelecek yarışı insanca mıdır? Afrika'da yarı aç, çıplak yaşayan, AİDS'in pençesinde kıvranan, ilaç bulamayan bir
zenci, Türkmenistan'da, 20 Dolar aylıkla, tüm ülke varsıllığının üçte birine sahip, eski parti
şefi, yeni "demokrasi" kralı Türkmenbaşı'na uyum ve saygı göstermek zorunda kalarak çalışan
bir işçi, Afganistan'da, yaşadığı bölgenin yüz kilometre ötesine geçmemiş, okuması, yazması
olmayan, aşiret liderine uyup, öbür dünyası için başka bir soydan vatandaşına, elindeki
Amerikan yardımı tüfekle ölümüne kurşun sıkan bir Afganlı, tüm geri ülke ve insanları
yöneltmeyi, yönlendirmeyi kendisine doğanın sunduğu bir ayrıcalık sayan, ABD'de bir şirketin
sahibi, varsıl bir insan arasındaki ayrımların kaynağı, ABD'dekinin daha becerili, daha
çalışkan, daha yetenekli olması mıdır? Bu saydığımız insanlar arasında, çok değil, elli, yüz yıl
önce bunca ayrım, ayrıcalık olmadığı unutuldu mu?
Pis kokular geliyor burnumuza... Duyarlı insan burnu için dayanılmaz pis kokular!
"Bilgi toplumu" boyamasıyla önümüze sunulan küreselleşmiş emperyalizm çılgınlığı, insanın
insana ihanetini ölümsüzleştirmeye çalışıyor! İnsanın insana ihanetidir yaşanan!
Duyarlı gözler ve yürekler için ülkemiz yakın tarihi de çok açık dersler veriyor.
İnsan bilincinin, paylaşma, yardımlaşma duygularının topluma kamusal güçler
aracılığıyla örgütleyip sunduğu olanakların bir bir yok olduğunu izliyoruz. Seksen yıl önce,
Anadolu'yu, onurlu, özgür bir yaşama taşıyan tarihcil geleneklerle davranmış akıncılar
çağında, yoksul insanlara, dostça, insanca yaklaşılıyordu. Köy Enstitüleri ile en karanlık
köşelere aydınlık gelecekler sunuluyor, karanlığın kucağında uyuşmuş, yüzyıllar boyu ezilmiş,
sömürülmüş insanların elinden tutuluyor, tüm toplumu kavrayacak bir gönenç için çağrılar
yapılıyordu.
Küresel kapitalizmin ahtapot kolları da boş durmuyordu elbet. Bir kaç on yıl içinde,
egemen üretim ilişkisinin biraz da iç destekle palazlanan yerli ortakları, çağdışı tefeci bezirgan
yapıyla bağlaşıklığını sağlayıp, yönetim erkini alıyor, aydınlık kaynaklarını bir bir yok
ediveriyordu. "Demokrasi" diye yutturulmaya çalışılan bir oyunda, yoksul insanların okuma,
aydınlanma olanakları yok ediliyor, bir avuç azınlık dışındaki toplum çoğunluğu için zorunlu
adres, kulluk, "hizmetkârlık", din ağırlıklı bir eğitim ve yaşam olarak dayatılıyordu.
Günümüze gelindiğinde, 21. yüzyılın "liberal yaşam" boyasıyla gizlenilmiş yaban
kapitalist yapısı, özgür ve çağdaş eğitimi, ekini, sanatı, bir avuç varsılın yararlanabildiği bir
ayrıcalık yapıp bırakıyor. Paraya sahip olan, üniversite eğitiminden sağlığa, sanata kadar her
şeye ulaşabilendir!
"Küreselleşme diyerek karşı çıktığınız sistem, bilgi toplumunun bugün ulaştığı
aşamadır. Bırakın Don Kişot gibi yel değirmenleriyle savaşmayı, bu topluma uyumgöstermeyi deneyin. Yarışın! Öne geçen kazanacaktır" diyor ünlü profesör, araştırmacı,
felsefeciler, aydın geçinen baylar, bayanlar... Özelleştirme şarkıları yükseliyor dört yandan.
Yaşamın tüm alanlarında çekilen sıkıntıların ancak özelleştirme ile aşılabileceği yalanı bir
kurtuluş gibi sunuluyor. Yarı aç dolaşan yarı çıplak yığınlar, özelleştirme nutukları atan
politikacıları alkışlıyor meydanlarda.
Kamu hastanelerindeki kalabalıktan, bakımsızlıktan, ilgisizlikten yanmış, yılmış
yoksul insanlarımız da, sağlıkta özelleştirme istiyor! Özel hastanelerin kapısından bile neden
giremediğini sormuyor kendine. Ya da, kazançlı olmayacağı için sağlıkta yatırım
yapılmayacak, hastanesiz, hekimsiz kalacak yoksul kırsal bölgelerde, Anadolu'nun dört
yanındaki insanlara kimin bakacağının, kimin yardım elini uzatacağının hesabını yapmıyor.
yeri sarsan, yapıyı yıkan deprem mi?
Çelik sektöründe, Amerika Birleşik Devletleri'nden hurda alan ülkelerin başında
geliyoruz. (Türkiye, Güney Kore ve Pakistan, A.B.D.'den hurda alımı için yarışırlar) Bu
sektörde, ülkemiz piyasasının %70'i, Ege kıyılarına pıtırak gibi birkaç yıl içinde dizilivermiş
hurdadan çubuk üreten özel haddehanelerin elindedir. Buralarda üretilen çubukların
dayanıksızlığı, 17 Ağustos depreminde yaşanan acıların, hiç önemsenmeyen bir yanıdır.
(Paranın, tekellerin çıkarı dururken insan yaşamının değerinden söz etmek de neyin nesi?)
Çok değil, 15 yıl önce hiç de böyle değildi dengeler. Cevherden, Anadolu toprağından
çelik üreten, dayanıklı, esnek yapı demiri üreten kamu fabrikaları, 24 Ocakla başlayan,
1986'dan sonra hızlanan bir süreçle bakımsızlığa, ilgisizliğe itildiler. Grevler zortlatıldı. Özel
sektör, teşviklerle, ucuz elektrik, vergi iadeleri, ihracat oyunlarıyla desteklenirken, kamu
fabrikalarının kapılarına kilit vurulmaya çalışıldı. Şimdilerde aslan muhalefet kesilmiş DYP
lideri, Amerikan vatandaşı Çiller'le, "aslan sosyal demokrat" Karayalçın'ın 5 Nisan 1994
kararları, Amerikan hurda satıcılarının, bizim kıyılarımızda onların acentalığını yapan
işbirlikçilerinin zaferi oldu! Çelikte özelleştirme programını yapan Avusturya'da, üretimin %
80'inin kamu tarafından yapıldığı gerçeği gözlerden gizlendi. Bir yandan piyasa çelik
tekellerinin emrine sunulurken, bir yandan cumhuriyetin Anadolu'ya armağanı koca fabrikalar
özel sektöre, borsa oyunlarına peşkeş çekildi. Hurdadan üretilmiş demirin kullanıldığı yapılar,
deprem sırasında unufak olup gittiler. İnsanlar ezildi, parçalandı... Yörelerindeki fabrikaları
kapatılmaya çalışılan Karabük halkının olaya tepkisi, bir sonraki genel seçimde, iki
milletvekilliğinden birisini Çiller'in partisine vermek oldu! Bu da, bizim insanımızın, bir yandan ağlatırken bir yandan güldüren yapısının
resmidir!
Et üreticisinden et alan Et Balık Kurumu fabrikaları, bahçe topraklarının yarısı ederine
satıldı. Kapılarına kilit vuruldu. Et satacak yer bulamayan üretici önce tüccarın soygununa
katlandı, sonra sattı varını yoğunu, üretim bağını, büyük kentlerin, varoşların yolunu tuttu,
arabesk, ucuz, aymaz işgücü oldu. Yayla çiçeğiyle beslenmiş kekik kokulu Anadolu eti yerine,
"Delidana"lı, hastalıklı dışalım etler çıktı satışa. Yöneticilerimizin, özelleştirme
şarkıcılarımızın ve dışalımcı işbirlikçilerimizin canı sağ olsundu canım!
Süt üretimini destekleyen SEK özelleştirildi. Üretici sütünü satacak yer bulamaz oldu,
ya da yok pahasına tüccara verdi. 2000 yılı Kasım ayı başı ederleriyle, Almanya da, 1 litre
sütün üretici çıkış ederi 320.000 T.L., tüketici alım ederi 370.000 T.L. idi. Türkiye'de aynı
zaman ederleriyse şöyle idi: üretici süt satışı 120.000 T.L., tüketici süt alımı 560.000 T.L.
Şimdi gelin tartışalım...
Kamu fabrikaları, işletmeleri, kara deliktir, kayıptır, hatta "komünistliktir!" diye ahkam
kesen çok bilmiş beyler! Gelin...
Pis kokular yükseliyor, ne yana dönerseniz...
Tütün satıcısı Türkiye, 12 Eylül sonu başlayan oyunlarla Philip Morris'e teslim
edilmeye çalışıyor. Denge hızla tekellerden yana değişiyor. Geçen yıl tütün dışsatımı 400
Milyon Dolar iken, dışalım 450 Milyon Dolar'a ulaştı. Dışalım'ın iki katına, hatta milyar
dolarlara çıkabilmesi için, elbet "tütün yasası" çıkmalı, ülkemizde nereye ne kadar tütün
ekileceğine PM (Made in USA) şirketi karar vermelidir!
Hadi bırakalım bu "milliyetçi", modası geçmiş söylemleri de, sizin "serbest yarış",
"liberal toplum" zırvalarınızı gelelim! Hangi taşı kaldırsanız, SA yazısını okuduğunuz, hangi
yana baksanız koç başı gördüğünüz bir ekonomide kim kiminle yarışacak? Suyundan sütüne,
sigarasından otomobiline, gazetesinden etine, tekeller anayurtlarında bile izin verilmeyecek
ölçüde her alanda egemenliği sağlamış bizim tekellerimizin karşısında, hangi babayiğit yeni
bir işletme kurup yarışabilir, onların ederleri, etiketleri her gün artan mallarının karşısına
çıkabilir? Akıl sır erdiremediğiniz enflasyonun kaynağını görmek istiyorsanız, gidin bir
market tezgahına, tekellerimizin, nasıl her gün yeni bir etiketle cebimize uzandığını görün!
"Canım siz bakmayın bizim ülkemizdeki vurguna, soyguna... Liberalizm bu demek
değil ki..." diye yanıtlıyor kimileri... Batıyı, gelişmiş ülkeleri örnek gösteriyor. Kapitalizmin,
batıdaki, göreli sosyal adaletli, toplumca denetlebilir yapısının da giderek bozulduğunu,
sağlıkta, eğitimde kamu yardımının azaldığını anımsatıyorsunuz önce. Sonra, batıda, çalışanyığınlara sunulmuş bazı olanakların geri ülkelerden çalınan artı değerle sağlandığını, "işçi
aristokrasi"sinin kaynağının bu olduğunu, dünyadaki tüm ülkelerin başka ülkeleri sömürmeleri
olası olmadığından da batıdaki yapının tüm dünyaya yayılmasının olası olmadığını
anlatıyorsunuz. Ve tümünden önemlisi, batıdaki sosyal adaleti, demokrasi geleneklerini
sağlayan şeyin, yüzyıl önce emperyalist aşamaya geçmiş kapitalizmin "serbest rekabetçi"
döneminden kaynaklandığını, tekeller çağında, o üretim ilişkisinin, patronlar arasındaki
yarışın, yeniden yaşanamayacağını söylüyorsunuz.
İnsan emeğinin, aklının ürünü olan "bilgi"yi bu soygun sisteminin bir parçası
sayıyorlar bir yandan da. İnsanın, kendi ürünü bilgiyi kendi türüne karşı kullanmasını
aklamaya çalışıyorlar. İnsanın insana ihanetini alkışlıyorlar.
Karşı çıktığımız, bilginin kendisi değil, bilgiyi tekeline almış bir avuç sömürgendir,
onu kullanan sistemdir. Bilgi bizimdir, tüm insanlarındır! Bilgisayarıyla, uydusuyla, uzay
yolculuğuyla, milyon yıllık insan toplumunun, insan özverisinin ürünü olan değerleri,
birikimlerimizi, kendi türümüzün tüm bireyleriyle paylaşmanın, bilgideki ilerlemeyi
hızlandırmanın yollarını aramalıyız. Kendimizin, ülkemizin, dünyamızınn geleceğine
kendimiz karar vermeliyiz.
İnsan, aklıyla, sevgisiyle, yardımlaşma ve dayanışma duygularıyla tüm çarpıklıkları,
adaletsizlikleri yok edecek tek canlıdır!
"Bilgi toplumu" diye bize satmaya çalıştıkları soyma, yoksullaştırma, kul etme, geri
bırakma oyunundaki kokulara karşı duyarlı olmalıyız. Başka birisinin yoksulluğuna,
hastalığına, karanlıkta kalışına dayanacak tüm varsıllıklar uzak olsun bizden!
Öncelik, onur sahibi olmaktan, insancıl ve ulusal değerlerimize sahip çıkmaktan
geçiyor!
Bu yazı 14 Haziran 2001’de yayınlanmıştır