POLİTİKA KAVRAMINA ÖZGÜRLÜK ANLAMINI YÜKLEMELİYİZ...

Politikanın öz anlamını özgürlük sanatı olarak belirlemek, maksadı daha iyi ifade etmiş olabilir. Özgürlüğün kendisi ise hakikate yakınlığı çağrıştırır...
Bu haber 2014-12-02 23:34:21 eklenmiş ve 661 kez görüntülenmiştir.

POLİTİKA KAVRAMINA ÖZGÜRLÜK ANLAMINI YÜKLEMELİYİZ...

 

Politikanın öz anlamını özgürlük sanatı olarak belirlemek, maksadı daha iyi ifade etmiş olabilir. Özgürlüğün kendisi ise hakikate yakınlığı çağrıştırır

 

Ahlak gibi politika kavramı da üzerinde en çok kavram kargaşası ve karmaşası geliştirilen bir kelimedir. Sözcük anlamı basittir. Eski Yunanca kökenli olup, kent yönetme sanatı dersek anlaşılmış olur. Fakat sözcüklerle hakikat arama çok eksik ve insanı yarı yolda bırakacak bir yöntemdir. Toplumsal doğaya ilişkin kavramlar genel olarak çok müphemdir. Gerçeği işaret edebilirler, ama bir araya getirmekle oluşturamazlar. Gerçeği biraz da kavramların ötesinde aramak gerekir. Ne yazık ki, bu iş de yine kavramlar sayesinde mümkündür. O zaman geriye yorum gücü kalıyor demektir. Politikanın öz anlamını özgürlük sanatı olarak belirlemek, maksadı daha iyi ifade etmiş olabilir. Özgürlüğün kendisi ise hakikate yakınlığı çağrıştırır. Şüphesiz politika, özgürlük ve hakikat kavramlarını kullanırken, temel araştırma birimimiz yine ahlaki ve politik toplumdur. Açıkçası, toplumsal olanla arayı açan bireysel bazlı veya başka temel araştırma birimli açıklamalardan çekiniyorum. Politika adıyla neredeyse özdeşleşmiş savaş, çatışma ve sömürü kavramlarını düşününce tedirginliğim daha da artar. Karamsarlığı daha da arttıran, politika ve polis’in (devletin) de özdeş sayılmasıdır.

 

Politik görev gibi iddialı bir konuda başarıyla çıkış yapmak göründüğü kadar kolay değildir. Hiç girişmemektense, mütevazı bir deneme en azından tartışmayı, dolayısıyla araştırmayı geliştirmesi açısından daha iyidir. Öncelikle politika saymadığım bazı işleri belirlemenin gerekli olduğu kanısındayım. Birincisi, devlet işlerinin politik işler değil, idari işler olduğunu iyi kavramak gerekir. Devlete dayanarak politika yapılmaz, idare edilir. İkincisi, toplumun hayati çıkarlarını ilgilendirmeyen işler esas politikayı oluşturmaz. Diğer toplumsal kurumlarca yerine getirilen rutin işler seviyesindedirler. Üçüncüsü, özgürlükle, eşitlik ve demokratiklikle bağlantılı olmayan işler politikayı esas olarak ilgilendirmez. Bu işlerin tersi ise, politikayı esastan ilgilendirir: Toplumun hayati çıkarları, yaşamsallığı, güvenliği, beslenmesi, iktidar ve devletin engellediği özgürlükler, eşitlikler ve demokrasidir. Görüldüğü gibi politik işlerle devlet işleri aynı değildir, hatta birbirleriyle oldukça çelişkilidir. Bu durumda devlet ne kadar genişler ve yoğunlaşırsa, politika o denli daralır ve gevşer. Devlet kural demektir, politika ise yaratıcılıktır. Devlet hazırı yönetir, politika ise oluşturarak yönetir. Devlet zanaattır, politika sanattır.

 

 

İktidarla politikanın ilişkisi daha da müphemdir. Belki de iktidar devletten daha çok politikanın inkârıdır. İktidar her zaman devletten çok daha fazla topluma yerleşiktir. Bu ise, toplumda politika yapmanın ne kadar zor ve kısıtlı olduğunu ifade eder. Sonuçta politika ile iktidar ilişkisi hep gergin ve eylemli geçer.

 

 

Konuya daha somut yaklaşmaktan başka çaremiz yoktur. Çünkü pratikleşmedikçe politikanın anlamı kalmaz. Ahlaki ve politik toplumu ilgili olduğu birçok konuda çözümlemeye çalıştık. Aşırı tekrara düşmeme-ye çaba harcasak da yine mecbur oluyoruz. Toplum tıpkı ahlakta olduğu gibi politik bir olgu veya doğadır. Öyle sanıldığı gibi resmi devlet çalışmaları anlamında değil, toplumsal doğa olarak politiktir. Ahlakın işlevi hayati işleri en iyi yapmaksa, politikanın işlevi ise en iyi işleri bulmaktır. Dikkat edilirse, politika hem ahlaki boyut taşıyor, hem de daha fazlasını. İyi işleri bulmak kolay değildir. İşleri çok iyi tanımayı, yani bilgi ve bilimi, bir de bulmayı yani araştırmayı gerektirir. İyi kavramı da buna dâhil olunca, ahlakı bilmeyi de gerektirir. Görüldüğü gibi politika çok zor bir sanattır. İçine girilen önemli bir yanılgı, politikanın devlet, imparatorluk, hanedan, ulus, şirket, sınıf vb. gibi büyük hacimli kavramlarla iç içe düşünülmesidir. Politikayı bunlar ve benzer olgular ve kavramlarla iç içe düşünmek anlamını düşürebilir. Gerçek politika tarifinde gizlidir: Toplumun hayati çıkarlarını özgürlük, eşitlik ve demokrasiden başka hiçbir kavramlar grubu izah edemez. O halde politika esas olarak, ahlaki ve politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliği demektir.

 

Ahlaki ve politik toplum derken tarih öncesinden bahsetmiyoruz. Toplumsal doğanın sürekli yaşanan ve varoluşu sona ermedikçe hep varlığını sürdürecek olan doğal halinden bahsediyoruz. Ne kadar aşındırılsa, çürütülse ve parçalansa da, ahlaki ve politik toplum hep var olacaktır. Toplumsal doğa var oldukça o da var olacaktır. Politikanın rolü ise, bu varoluşu aşındırtmadan, çürütülme ve parçalanmaya uğratmadan daha da geliştirmek için özgür, eşit ve demokratik kılmaktır. Böylesi bir durumu yaşayan her ahlaki ve politik toplum ise en iyi toplum demektir; hedeflenen toplumun gerçekleştirilmesi demektir.

 

Kavramın içeriğinin daha iyi anlaşılması için bir kez daha tarihe başvurmalıyız. Bu iş için uygarlık yine başat kavramımız olacaktır. Sadece iktidar ve devleti içerdiği için değil, sınıfsallık ve kentlilik bağlamında da toplum üzerinde sürekli genişleyen ve yoğunlaşan ideolojik ve maddi kültür ağları, ahlaki ve politik toplumu sardıkça politikanın rolü daralır. Politikanın rolünün daralması, toplumsal özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin gerilemesini veya yadsınmasını beraberinde getirecektir. Uygarlık tarihi bu yönlü gelişmelerle doludur. Hâkimiyet altındaki toplumun gittikçe daha çok köleleştirilmesi, serfleştirilmesi ve proleterleştirilmesi, dışarıya doğru daha özgür, eşit ve demokratik toplumların baskı altına alınma ve sömürgeleştirilme sürecine dönüşerek devam edecektir. Sermaye ve iktidar tekellerinin azami kâr kanunu bunu gerektirir. Bu durumda politika, demokratik uygarlık birimlerinin direnişi olarak anlam bulacaktır. Çünkü direnmeden hiçbir özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme adımı başarılamayacağı gibi, var olan ahlaki ve politik düzeyin daha da aşındırılması, parçalanması ve çürütülmesi engellenemez, sömürgeleştirilmesi önlenemez, tekellerin sömürüsünün önüne geçilemez. Politikanın özgürlük sanatı olarak tanımlanması tarihte oynadığı bu rolünden ötürüdür. Politika yapamayan, yapmaktan alıkonan her sınıf, kent, halk, kabile, dini cemaat ve kavim-ulusun söz ve irade gücü en büyük darbeyi yemiş demektir. Toplumun kolektif söz ve iradesinin olmadığı yerde ise sadece ölüm sessizliği vardır. Antikçağın Atina ve Roma’sı ünlerini politik güçlerinden alıyorlardı. Cumhuriyet Roma’sı ve Atina demokrasisi tüm kısıtlılıklarına rağmen hala hayranlıkla anılıyorlarsa, bunda temel etken kent politikasını büyük maharetle sürdürmelerinden ileri gelmektedir. Atina kent politikasıyla devasa Pers İmparatorluğu’nu durdurduğu gibi, yenilgisini de hazırlamıştır. Roma ise cumhuriyetçi politikasıyla dünyanın merkezi haline gelebilmiştir. Daha da önemlisi, Greko-Romen kültürünün gelişiminde her iki kentin politikacılığı belirleyici rol oynamıştır.

 

Babil örneği daha çarpıcıdır. Belki de kent bağımsızlığının, özerkliğinin ilk büyük örneği olarak sunmak mümkündür. Çevresindeki daha güçlü iktidar ve devlet güçlerinin boyunduruğuna girmemek için bağımsızlık ve özerklik politikasının bütün maharetini, ustalığını sergilemiştir. Asurlardan Hititlere, Kassitlerden Mitannilere, Perslerden İskender’e kadar dönemlerinde tarihin tüm ünlü imparatorluklarına karşı bu usta politikalarıyla ayakta kalabilmiştir. Geliştirdiği bilim, sanat ve endüstriyle dönemin en uzun süreli uygarlık çekim merkezi olabilmiştir (M.Ö. 2000 - Miladi yıllara kadar). Şüphesiz bunda takip ettiği kent politikasının belirgin payı vardır. Politikanın özgürlük ve yaratıcılık olduğunu kanıtlayan çarpıcı örneklerin başında geldiği açıktır. Kartaca ve Palmyra’yı da bu kabil örneklerden sayabiliriz. Kartaca uzun süre Roma hegemonyasına karşı direniş politikasıyla ayakta kaldığı gibi, yaratıcı gelişmesini sürdürmüştür. Ne zamanki Roma gibi imparatorluk sevdasına girişti, o zaman kaybetmekten kurtulamadı. Çünkü imparatorluk olmak direniş politikasıyla terstir. Hatta politikanın inkârıdır. Sonuç trajik kaybediştir. Palmyra da benzer bir süreci yaşamıştır. Belki de bölgede Babil’den sonra en çok yükselişe geçip en uzun süreli (M.Ö. 300-M.S. 270’ler) özerk ve bağımsız kalabilmiş, adeta çölde cennet yaratmış olan ünlü Palmyra, Roma ve Pers-Sasani İmparatorluklarına karşı denge ve özerklik politikasını bırakıp kendi başına imparatorluk olmaya kalkışınca (Kraliçesi ünlü Zennube döneminde, M.S. 270’ler) trajik sonla karşılaşmaktan kurtulamamıştır. Özgürlük için direnişin zafere, iktidarcılığın ise felakete götürdüğü çarpıcı örneklerden birini de Palmyra trajedisi sunmuştur.

 

Ortaçağda benzeri kent özerklik politikaları daha da yaygın uygulanabilmiştir. Büyük imparatorluklara karşı direnen kentlerin yıldız âlemi ile karşı karşıyayız sanki. İslami imparatorluklardan (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Timur, Babûr, Osmanlı) Cengiz İmparatorluğuna, Hıristiyan İmparatorluklarından (Bizans, İspanya, Avusturya, Çarlık Rusyası, Britanya) Çin İmparatorluklarına karşı yüzlerce kent (Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na, hatta Amerika Kıtasına, Büyük Sahra Çölünden Sibirya’ya kadar) özerklik politikası adına gerektiğinde tarihten silininceye kadar direnebilmiştir. Kartaca’nın tarla haline getirilişine benzeyen örnek, Cengiz Han’a karşı direnen Otrar kentidir. O da tarla haline getirilmiştir. Avrupa kentlerinin hem imparatorluk güçlerine, hem de ulus-devletçiliğin merkeziyetçiliğine karşı yüzyıllarca süren direnişçiliğine yüzlerce örnek sunulabilir. Özellikle İtalya ve Almanya kentlerinin 19. yüzyılın ortalarına kadar özerk yapılarını korumak için büyük direniş sergiledikleri çok iyi bilinmektedir. Bunlardan Venedik, Amsterdam ünlü örneklerdir.

 

19. yüzyılda ulus-devletin her tarafta zafer kazanması, tarihte binlerce yıl süren kent özerkliklerine büyük darbe olmuştur. Ancak postmodernite ile kent özerklikleri yeniden yaygınlaşmaktadır. Kent politikacılığı öne çıkmaktadır. Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece kent politikacılığı değil, belki de daha fazla kabile, aşiret, dini cemaat, felsefi ekol vb. belli başlı toplumsal grupların özerk politik güç halinde kalabilmek uğruna sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üç bin beş yüz yıllık (M.Ö. 1600 – günümüze kadar) özerklik öyküsü belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin tarihte ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında İbrani kabilesinin özerklik politikası belirleyici rol oynamıştır. İslam dininin imparatorluk ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşılık, çok büyük direniş mezhepleri ortaya çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi Sünni İslam sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır. Ortaçağ boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dini cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları bilimin temel hazırlayıcı rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur.

 

Modern çağın ulusal kurtuluş hareketleri bu geleneklerin devamıdır. Bağımsız devlet olarak saptırılmış da olsa, hepsinin peşinde koştuğu amaç politik bağımsızlıktır. Liberalizmin politik bağımsızlığı sahte ulus-devlet bağımsızlığına dönüştürmesi politikayı gerçek işlevinden alıkoysa da, yine de çok önemli bir politik direniş geleneğinin sürdürülmesi anlamına gelir.

 

Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve politik toplumun varlığını sürdürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları ile direniş sergilemişlerdir. Bu nedenle tarihte demokratik konfederal gelenek ağır basar diyoruz. Uygarlık tarihi boyunca hâkim eğilim boyun eğme değil, direniştir diyoruz. Öyle olmasaydı, dünya Firavun Mısır’ı gibi olurdu. Direnişin, politikanın olmadığı tek bir insan yerelinin, bölgesinin kalmadığını bilmeden tarihi doğru yorumlayamayız. Güney Amerika, Afrika, Asya halkları halen bütün renkleri ve kültürleriyle direniyorlarsa, bu demektir ki tarihleri de böyledir. Çünkü tarih ‘şimdidir’.

 

İnsanlık tarihte sadece toplum ve coğrafi bölge düzeyinde politik direniş yaparak varlığını ve onurunu korumamıştır; bireysel düzeyde de bazen ağırlığı bir ulus kadar olan direnişçi politik kişilikleri tanımıştır. Tarih bu tür örneklerle doludur. Buda’dan Sokrates’e, Zerdüşt’ten Konfüçyus’a, Hz. Âdem’den başlayıp Nuh’a ve Eyyüb’e, İbrahim’den Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar ana halkalar halinde devam eden ve Kutsal Kitapta sayıları 120 binden fazla olarak verilen tüm peygamberlere, Tanrıça İnanna’dan Hz. Ayşe’ye, Zennube’den Hypatia’ya, Kibele’den Meryem’e, cadı kadınlarından Zeynep’e, Rosa’ya, Bruno’dan Erasmus’a dek sayılamayacak kadar birey olarak insanlar, özgür ve onurlu kalabilmek uğruna ölümüne direnebilmişlerdir. Toplum eğer bugün hala ahlaki ve politik olarak sürüyorsa, herhalde bu bireylere çok değer borçludur. Aksi halde köle sürülerinden farkı kalmazdı.

 

Günümüzde politikayı yorumlamak şüphesiz çok daha önemlidir. Ama yine de tarihin bugünde mevcudiyetini ağırlıklı olarak sürdürdüğünü belirtmeden politikayı yorumlayamıyoruz. Politikayı daraltma konusunda uygarlığın bir yaptığını kapitalist modernitenin bin yaparak sürdürdüğünü ısrarla belirtmeye devam ediyoruz. Ulus-devlet çözümlememizi hatırlatırsam, orada modern toplumun sadece üstten devlet egemenliğini yaşamadığını, tüm yaşamsal gözeneklerine kadar iktidar aygıtlarının etkilerine, istila ve sömürgeciliğine açıldığını vurgulamıştım. Küresel çapta toplumun bu gerçeklikle kuşatıldığını, fethedildiğini, sömürgeleştirildiğini kavramak önemlidir. İdeolojik ve maddi kültür hegemonik ağlarının nasıl yayıldığını hatırlatmakla yetineceğim. Bu yeni bir durumdur. Adını ister küresel süper hegemonya koyalım, ister imparatorluk veya BM düzeni diyelim, özde bir değişim göstermez. Ayrıca küresel hegemonyaya finans sermayesinin damgasını vurduğunu, aynı zamanda küresel sistemik ve yapısal krizin yaşandığını ve süreklilik kazandığını vurgulamıştık.

 

Bu koşullar altında ahlaki ve politik toplumdan geriye ne kaldı diye sorarken, politikanın herhangi bir rol oynama gücünde olup olmadığını da sorgulamak durumundayız. Mevcut tabloya bakıp olumsuzluğa ve umutsuzluğa çokça kapılmanın yaşandığını görüyoruz. İşte tam da bu noktada olumsuzluğa ve umutsuzluğa kapılmanın sadece yersiz değil, aynı zamanda anlamsız olduğunu durumun derinlikli politik sorgulamasından çıkarsayabiliriz. Çokça bilindiği gibi trendlerin, eğilimlerin, dalga boylarının (evrensel hakikattir) maksi-mum ve minimum noktaları vardır. Tüm göstergeler uygarlık ve modernite iktidarının mevcut halinin çoktan maksimumdan inişe geçtiğini göstermektedir. Toplumda dağılan iktidar, tıpkı bir dalganın ağırlığını yitirmesi gibi gücünü yitirmektedir. Nasıl ki büyük bir taş tepeden düşüp tabanda parçalanarak ağırlığını yitirirse, toplumun gözeneklerine kadar düşüp parçalanan iktidar da ağırlığını o denli yitirmektedir.

 

Bu gerçeğin sosyolojik anlamını çözmek mümkündür. İktidar tüm toplum birim ve bireylerine ne denli yayılırsa, birim ve bireylerce o denli direnişe uğrar. İktidar yayıldığı her birim ve bireyde direnç yaratır. Çünkü baskı, sömürü, işkence yüklü olarak gelip her birim ve bireye dayandığında direnç görmemesi doğanın evrensel akış gerçeğine aykırıdır. Modern iktidar gerçeği herhangi tarihsel bir çağın iktidar gerçeğinden oldukça farklılaşmıştır. Sermaye tekelleri olarak kapitalizmin tüm dünya ekonomisi üzerindeki ağları azami kâr getirecek düzeyde yayılmasını tamamlamış, yayılacak tek bir köşe bile kalmamıştır. Ayrıca ekolojik krizi de hesaba katarsak, derinliğine erişmediği tek bir aile ve klan bile bırakmamıştır. Endüstriyalizmin kapitalistik yasalarının sonuçları toplumun iç ve çevre yapısında yarattığı yıkımı felaket düzeyine taşırmıştır. Ulus–devlet tarihin en güçlü tanrısal gücü olarak sızmadığı ve üzerine hegemonya kurmadığı tek bir vatandaş bırakmamıştır. Tarihte böylesi başka bir dönem yoktur. Anthony Giddens ‘benzersizlik’ derken bu noktada haklıdır.

 

İktidarın bu gerçekliği (kapitalizm, endüstriyalizm ve ulus-devlet) karşısında, politika da karşı kutup olarak tarihteki hiçbir dönemle karşılaştırılmayacak bir farklılığı yaşamak zorundadır. Uygarlık öncesi ve sonrası dönemi yaşamadığımıza göre, politikanın moderniteye özgü yapılanması da farklılık kazanmak durumundadır. Kısaca formüle edecek olursak, iktidar ağları her yerde olduğuna göre, politika da her yerde olmak zorundadır. İktidar her toplumsal birime ve bireye dayandığına göre, politika da her birim ve bireye dayanmak durumundadır.

İktidarın tüm toplum düzlemindeki ağlarını karşılayacak politik ağların oluşum ve yayılım gereği anlaşılır bir husustur. Eski tür örgüt yapılanmalarıyla bunun karşılanamayacağı açıktır. Kaldı ki, eski örgütlenme modelleri devlet odaklıydı. Politika iktidara karşı öncelikle direnç olarak başlamak durumundadır. İktidar hedeflediği her toplumsal birim ve bireyi fethetmeye, sömürgeleştirmeye çalıştığına göre, politika da dayandığı her birim ve bireyi kazanmaya ve özgürleştirmeye çalışır. Gerek birimsel gerek bireysel olan her ilişki iktidarsal olduğuna göre, karşıt anlamında politiktir de. İktidar liberal ideoloji, endüstriyalizm, kapitalizm ve ulus-devlet doğurduğuna göre, politika da özgürlük ideolojisi, eko-endüstri, komünal toplum ve demokratik konfederalizm üretmek, inşa etmek durumundadır. İktidar her birey ve birimde, kent ve köyde, yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde örgütlendiğine göre, politika da bireysel, birimsel, kentsel, yerel, bölgesel, ulusal, kıtasal ve küresel düzeyde örgütlenmek zorundadır. İktidar tüm bu düzeylerde propaganda ve her tür eylem biçimini (savaşlar dahil) dayattığına göre, politika da tüm bu düzlemlere propaganda ve eylem biçimleri dayatmak zorundadır.

 

Modernitenin ana hatlarıyla tanımlamaya çalıştığımız bu iktidar gerçekliğini doğru tanımadıkça, hiçbir politik görevin üzerinde doğru çalışamayız. Sovyet deneyimini, hatta daha önceki reel sosyalizm evrelerini hatırlayalım. Kapitalizme karşı işçi sendikalizmi (ücret dilenciliği), endüstriyalizme karşı daha geliştirilmiş endüstriyalizm, merkezi ulus-devletçiliğe karşı daha da geliştirilmiş merkezi ulus-devletçilik. Özcesi iktidara karşı iktidar, ateşe karşı ateş, diktatörlüğe karşı diktatörlük, özel kapitalizme karşı devlet kapitalizmi gibi sonuçta altından kalkılamayan devasa iktidar aygıtı altında içten çöküş olmuştur. Reel-sosyalist mezhep (sol kapitalizm) bu yolla sadece iktidara karşı politika yapmadı, politikaya karşı da iktidar uyguladı. Bunu görmek için parti tarihlerini okumak yeterlidir. Sosyal demokrat mezhep (orta yolcu kapitalizm), iktidarı reforme ederek daha kalıcı kıldı ki, bunu görmek için Avrupa örneklerinin parti tarihlerini okumak yeterlidir. Ulusal kurtuluş hareketleri mezhebi (sağ kapitalizm) ise, hemen ulus-devletleşerek dünyada kapitalizmin yayılmasında başrol oyuncu oldu. Bu üç mezhep dışında kalan diğer sistem karşıtlarını yorumlamıştım. En ciddi eksiklik ve yetmezlikleri ya iktidara karşı bir parçasından iktidara (ulus-devlete) tutunmak, ya hepten iktidar karşısında meydanı boş bırakmak (özellikle anarşistler), ya da sivil toplum örgütleriyle oyalanmaktır. Hiçbirinde sistematik iktidar kavrayışı ve alternatif olarak politika üretme yeteneği yoktur ve gereği hissedilmemektedir. Politikayı her boydan iktidar taşeronlarına bırakırken, olmayan duaya âmin dediklerinin farkında bile değiller. Geriye kapitalizmin, küreselciliğin kriz tellallığını yapmak kalıyor ki, bunun da hiçbir derde deva olmadığı, olamayacağı açıktır.

 

Demokratik modernitenin dili politiktir. Tüm sistematik yapılanmasını politik sanatla kurgular, inşa eder. Temel bilimlerin ahlaki ve politik toplum niteliği iktidarı değil, politikayı çağrıştırır. Ahlaki ve politik toplumun günümüzde yaşadığı gerçeklik, yani öncelikli sorunu özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmenin de öncesinde varoluşsaldır. Çünkü varlığı tehlikededir. Modernitenin çok yönlü saldırıları, her şeyden önce varlığını savunmayı öncelikli kılar. Demokratik modernitenin bu saldırıya karşı cevabı, öz savunma anlamında direniştir. Toplumu savunmadan politika yapılamaz. Tekrar vurgulamalıyım ki, toplum tektir, o da ahlaki ve politik toplumdur. Sorun öncelikle uygarlığın hayli aşındırdığı, iktidar ve devletin istila ve sömürgeciliğine uğrayan toplumu, modernitenin daha da gelişmiş koşullarında yeniden inşa etmektir. Öz savunmayla birlikte demokratik siyaset, dönem politikacılığının özüdür. Demokratik siyaset ahlaki ve politik toplumu geliştirirken, öz savunma onu iktidarın kendi varlığına, özgürlüğüne, eşitlikçi ve demokratik yapısına yönelik saldırılarına karşı korur. Ne yeni tür bir ulusal kurtuluş savaşından, ne de toplumsal savaştan bahsediyoruz. Kimliğini, özgürlüğünü, farklılıklar temelinde eşitliğini ve demokratikleşmesini savunmaktan bahsediyoruz. Saldırı olmasa savunmaya da gerek kalmaz.

 

Uygarlık karşıtı güçlerin tarihte ana eğilim olan politik yaşam biçimi konfederaldir.

Tüm toplumsal birimler, gevşek bağlarla birbirine bağlılığı ancak özerkliklerine saygı gösterilmesi şartıyla kabul ederler. Uygarlığın iktidar ve devletçi güçlerine bile ancak bu şartla rıza gösterirler. Rızanın olmadığı koşullar daimi savaş halidir. Rıza olduğunda ise, gerçekleşen barıştır. Modern çağın tüm toplumu kaplamış iktidar olgusu ve ulus-devlet yapılanmasını karşılayacak toplumsal yönetim ilkesi, politika ve demokratik konfederalizmdir. Politika demokratik siyaset olarak icra edilirken, tüm toplumsal birimler federe bir güç olarak konfederal sürece katılırlar. Bu sistem yeni bir politik dünyadır. Uygarlık, modernite hep buyrukla idare ederken, demokratik uygarlık ve modernite tartışma ve uzlaşma ile gerçekten politika yaparak yönetir. Tarih ve günümüz gerçekleri ne kadar çarpıtılıp örtbas edilirse edilsin, esas toplumsal gelişmeler politika sanatının öncülüğünde sağlanmıştır. Kapitalizm küresel kriz koşullarında iktidarını ulus-devleti yeniden inşa temelinde korumaya çalışırken, tüm demokratik modernite güçlerinin ahlaki ve politik toplumu koruma ve geliştirmeyi hedefleyen demokratik konfederal sistemi geliştirerek krizi yanıtlamaları temel görevleridir.

 

 

Bu açıklamalar ışığında demokratik modernite güçlerinin politik görevlerine ilişkin genel ilkeleri aşağıdaki hususlar etrafında özet halinde sunmak mümkündür:

 

1- Toplumsal doğa esas olarak ahlaki ve politik bir oluşumdur, varoluştur. Toplumlar varlığını sürdürdükçe, ahlaki ve politik nitelikleri devam eder. Ahlaki ve politik niteliğini yitiren toplumlar dağılmaya, çürü-meye ve yok olmaya mahkûmdur.

 

2- Toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist olarak düz bir çizgide sürekli ilerleyen biçimler al-tında tasarlamak, hakikatlerini kavramaya katkı sunmaktan çok çarpıtmaya ve örtbas etmeye hizmet eder. Bu tür açıklamalar propaganda yüklüdür. Ahlaki ve politik nitelik ana toplum karakteri olup, bunların varlık derecesine göre toplumları nitelemek en doğrusudur. Gerek sınıf ve devletin nitelikleri, gerek endüstriyel ve tarımsal gelişme seviyeleri toplumun esas karakterini oluşturmayan, geçici olgular durumundadır.

 

3- Toplumsal problem iktidarın tahakküm ve sömürüsüyle bağlantılı olarak doğar. İktidar ve sömürü geliştikçe toplumsal sorunlar da gelişir. Çözüm araçları olarak dayatılan sınıf temelli devletler, sınırlı çözüm kapasiteleri yanında esas olarak yeni sorun kaynağına dönüşürler.

4- Politika sadece toplumsal sorunların çözümünde değil, tüm hayati çıkarlarının belirlenmesinde, korunmasında ve sürdürülmesinde temel toplumsal çözüm aracıdır. Toplumun korunmasında öz savunma gerekli olup, politikanın askeri güç olarak devamı niteliğindedir.

 

5- Tarih boyunca uygarlıklar toplumu devlet idaresiyle yönetmeye çalıştıkça, toplumda politikanın işlevi daralır. Varlıkları sürdüğü müddetçe, toplumlar bu işlev daraltılmasına karşı direnişle yanıt verirler. Tarih bu iki ana etken altında ne tam uygarlık idaresidir, ne de tam demokratik politik yönetimdir. Tarihte çatışmalar bu iki ana etkenin çelişkili karakterlerinden kaynaklanır.

 

6- Tarihte barış dönemleri uygarlık güçleriyle demokratik güçlerin birbirlerini tanımaları, kimlik ve çıkarlarına saygılı davranmalarıyla sağlanır. İktidar uğruna çatışma ve ateşkeslerin barışla ilgisi yoktur.

 

7- Kapitalist modernite döneminde iktidar tüm toplumu içten ve dıştan kuşatıp bir nevi iç sömürgeye dönüştürür. İktidar ve temel devlet formu olarak ulus-devlet, toplumla devamlı savaş halindedir. Direniş politikası kaynağını bu gerçeklikten alır.

 

8- Kapitalist modernitenin topluma karşı bu topyekûn savaş hali, demokratik modernite alternatifini da-ha acil ve zorunlu kılar. Demokratik uygarlık güçlerinin günümüzdeki varlığı olarak demokratik modernite ne geçmişte yaşanan bir altın çağ anısıdır, ne de geleceğe ilişkin bir ütopyadır. Kapitalist sistemle varlıkları, çıkarları çelişen tüm toplum birim ve bireylerinin varlık ve duruşudur.

 

9- Sistem karşıtı güçlerin son iki yüz yıllık mücadeleleri ya taşıdıkları iktidar perspektifi nedeniyle ya da politik alanı boş bırakmalarından dolayı çözümsüz ve başarısız kalmıştır. Değerli bir miras bırakmalarına rağmen, eski zihniyet ve yapılanmalarla ne modernitenin kendisine, ne de sistemik krize karşı bir alternatif oluşturabilirler.

 

10- Alternatif olmak ancak modernitenin üç ayağı olan kapitalizme, endüstriyalizme ve ulus-devlete karşı kendi sistemini geliştirmekle mümkündür. Demokratik toplumculuk, eko-endüstri ve demokratik konfederalizm; demokratik modernite adıyla karşıt sistem olarak önerilebilir. Demokratik uygarlığın mirasıyla sistem karşıtlarının yeni sistemde buluşmaları başarı şansını arttırır.

 

11- Demokratik konfederalizm, demokratik modernitenin temel politik biçimi olup, yeniden inşa çalış-malarında hayati bir rolü ifade eder. Kapitalist modernitenin çözüm aracı olmaktan çok, sürekli sorun doğuran temel devlet formu olan ulus-devlete seçenek oluşturan demokratik modernitenin temel politik biçimi olarak demokratik konfederalizm, çözüm üretmenin en uygun demokratik siyaset aracıdır.

 

12- Demokratik siyasetin yürürlükte olduğu ahlaki ve politik toplumlarda özgürlük, farklılıklar temelinde eşitlik ve demokratik gelişmeler en sağlıklı yoldan sağlanmış olurlar. Özgürlük, eşitlik ve demokrasi ancak toplumun kendi öz vicdan ve zihniyet gücüyle yaptığı tartışma, karar ve eylem gücüyle mümkündür. Hiçbir toplumsal mühendislik gücüyle bunu sağlamak mümkün değildir.

 

13- Demokratik konfederalizm, modernitenin ulus-devlet eliyle yürüttüğü monolitik, homojen, tek renkli faşist toplum modelinden kaynaklanan etnik, dinsel, kentsel, yerel, bölgesel ve ulusal sorunlara karşı temel çözüm aracı olarak demokratik-ulus seçeneğini sunar. Demokratik-ulusta her etnisite, dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçeklik kendi öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla yer alma hakkına sahiptir.

 

14- Demokratik-ulusların küresel birliğinin BM’ye alternatifi, Dünya Demokratik Uluslar Konfederasyo-nu’dur. Kıtasal parçalar ve büyük kültürel alanlar daha alt düzeyde kendi Demokratik Ulus Konfederasyonla-rını oluşturabilirler. AB bu doğrultuda hegemonik davranmazsa ilk adım sayılabilir. Küresel ve bölgesel hegemonik iktidara karşı çıkışlar bu kapsamda ele alınır.

 

15- Tarihte uygarlık güçleriyle demokratik güçler arasında çoğu kez gerçekleştiği gibi, kapitalist modernite güçleriyle demokratik modernite güçleri de birbirlerinin varoluş ve kimliklerini kabul etme ve yönetimlerini tanıma temelinde barış içinde bir arada yaşayabilir. Bu kapsam ve koşullar altında ulus-devlet sınırları içinde ve dışında demokratik konfederal siyasi oluşumlarla ulus-devlet oluşumları bir arada barış içinde yaşayabilir.

 

Abdullah ÖCALAN

 

 

(Özgürlük Sosyolojisi Kitabından)

 

ETİKETLER :
Diğer DKM-Analiz haberleri
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA