KUŞATILMIŞ KUŞAKLAR…


Bu makale 2013-12-16 09:37:50 eklenmiş ve 1404 kez görüntülenmiştir.

KUŞATILMIŞ KUŞAKLAR…

 

09- 10 Kasım 2013, Cumartesi ve Pazar günleri, İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda iki güzel gün geçirdik.

İmece ateşine yüreklerini koymuş dostlarımızla buluştuk, insan ve kitap sevgisi taşıyan hemşerilerimizle kucaklaştık…

Yürek ezici gözlemlerimiz de oldu... Çocuk yayınları yerleşimlerinde daha da göze batan bir durum vardı. Türkiye, iki taşıma ve istismarcı kültür arasında sıkıştırılıyor, cendereye alınıyor, tüketici ve itaatkâr, taklitçi, kopyacı kuşaklar yetiştirilmeye çalışılıyordu. CEO’lar, holdingler yönetiyordu yayın kuruluşlarının politikalarını... Gösteri toplumunun kuş ve balık avlama oltası, televizyon ekranlarına takılanlara, pompalanmış, boyanmış bir yazar ve edebiyat görüntüsü yedirmeye çalışıyordu. Kalabalık gruplar durumunda oradan oraya savrulan yığınlar, önlerini, geleceklerini görmekte zorlanıyor, sorgulayan aklın, seven yüreğin yerini, yükselme, daha çok kazanma kaygısı ile bir zincire tutunma, birilerine eklenip bir şeyler kapma tutkusu alıyordu.

Eş giyimler, asık yüzler, doğadan, canlıdan ve özetçe hayattan öteye düşmüş, yinelemeyi yaşama sayan bir anlayış egemendi sokaklara.

Bir yanı Batı taklitçisi, tüketim, gösteri , bedensel haz ve gürültü tutkunu, beyinden arındırılmış kültür, bir yanı, inanç istismarıyla kapatılmış, at gözlüğü takılarak hep aynı yöne bakması garanti altına alınmaya çalışılmış, öfkeli, kindar, itaatkâr, davranış için bir parmak işareti bekleyen farklı bir kültür... Anadolu coğrafyasına ait kültür, gelenek ve halk anlatılarına ilişkin ipucu bulmakta zorlanılan bir “fuar”… Hiçbir çocuk yayını yerleşiminde Karagöz, Keloğlan, Hoca Nasreddin gibi bizlerin içinden çıkıp geldiğimiz, tekil dillerle dalga geçen, hayal gücünü çoğaltan, bu coğrafyaya ait kaynak ve yayınları arasanız da bulamayacağınız…

Hiçbir tanıtım çabası ve kampanyası olmadan, kendi gücüyle 5 baskı yapmış “Dostum Keleş”, 3 baskı yapmış “Çalı Çiçeği”, 2 baskı yapmış “Nal Sesleri “ yoktu TUDEM Yayınları yerleşiminde. Getirilmemişti. O kitaplarda doğa sevgisi, hayvan sevgisi, insan sevgisi ve farklı bir çocukluk öykülenmişti…

Orada da diğer bazı çocuk yayını tezgâhlarında olduğu gibi, Batılı kahramanlar, gerçeküstünün, fantastiğin önde tutulduğu parlak kâğıtlı yayınlar öndeydi. Okunmak, yeniden yaratılmak, kurucu olmak değil, görülmek, hayran olunmak, sahip olunmak ve taklit edilmek bekleyen imgeler… Karşıt kültürün gün geçtikçe sayısı artan ve gücü çoğalan yayıncı tezgâhları da çocukların her anını tekil bir bakış açısına sabitlemeye çalışan, sorgulayan akıl yerine inancı, önceden bildirilmişi hayatın her anında ve uzamında tekrarlamayı öğütleyen, çizgiden çıkanı korkutmaya çalışan bir anlayış...

Satış kaygılarının, görselliğin, iktidara beğendirme, televizyon kültürüne bağlanma çabalarının, genç kuşakları belli bir politikanın kulları durumuna sokma amacının, ahbap çavuş ilişkileri ile yönlendirilen yayın poyitakalarının özgür sanatla ve edebiyatla bir ilişkisi olamaz…

Bu durumda, bizlere düşen kendi seçenek kültürümüzü geliştirmek, dayatılan değil, yaratılan ve kuruş kaygısı olmadan paylaşılan bir sanat ve edebiyat için güçlerimizi birleştirmek olmalı… Okullarda, semtlerde, parklarda, hatta evlerde edebiyat… Sevecen, yozluğa direnen, istismara karşı çıkan, özgür sanat…

2012 baharında Perihan Yılmaz Erdoğan öğretmenimizin çağrısıyla yaptığımız Ardahan Tekel 75. Yıl YİBO söyleşisinde, öğrenciler kendilerini bir parçası olarak görebilecekleri, düşlem güçlerini çoğaltan, yazmaya ve paylaşmaya yönelten bir kültür ortamında kaynaşmışlardı. Sonrasında yapılan öykü yarışmasında onlarca güzel öykü yazdı çocuklarımız…

 

Tüketen değil üreten, taklit eden değil, yaratan, geliştiren bir sanat ve edebiyat imecesi için selamlar olsun…

 

Sevgiyle…

 

11 Kasım 2013, Alper AKÇAM

 

Xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

“ANADOLU RÖNESANSI ESAS DURUŞTA”DAN

BUGÜNE IŞIK;

emperyalizmin siyah kanı: petrol…

Yalnızca Osmanlı coğrafyası değil, Mısır, Arap Yarımadası ve diğer Müslüman topraklar da Napolyon döneminden başlayarak önce Fransız, arkasından İngiliz casusluk ve politik çalışmalarının birbiriyle yarıştığı, yabancı orduların arka arkaya işgal ettiği petrol bölgeleri olagelmiştir. Mustafa Kemal’in 20. Yüzyıl başlarında tanığı olduğu gelişmelerden birisi de 1927 yılında Vahabi Suudi Krallığı’nın kuruluşunda İngiliz emperyalizminin açıkça rol almış olmasıdır.

Suudi Krallığı’nın oluşum sürecinde, İngiltere adına Lozan görüşmelerine katılmış Dışişleri Bakanı Lord Curzon,(“Kıdemli milletvekili, Lord Salisbury’nin eski özel sekreteri, eski İrlanda İşleri Bakanı, eski İskoçya Bakanı, eski Başbakan” (Şarkiyatçılık, s 41) Lord Balfour Edward, ünlü tarihçi Arnold Toynbee, arkeolog ve Oryantalist David George ile Churchill yer almışlardır (Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 105).

Suudi Arabistan, daha sonra İslamcı hareketlerin dünyaya yayıldığı, şeriat konusunda ödün vermeyen, acımasız bir krallık olarak tarih sahnesinde yer alacaktır. Müslüman Kardeşler örgütünün önderi Banna’nın hocası Raşit Rida, Mısır’da İngilizler’in desteğiyle yayınladığı haftalık Işık Evi dergisinde şöyle yazacaktır: “Arabistan’da İbni Suud’un Vahhabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük Müslüman gücü olmuştur. Bu hükümet, din düşmanlığı ve zararlı yenilikleri kabul etmeyen ve Sünnete yardımcı olacak bir güçtür.” (Robert Dreyfuss, The Devil’s Game, New York 2005, s 39, aktaran, Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 108)

ABD’nin ARAMCO (Bu firma şimdi SAUDİ ARAMCO adını kullanmaktadır - Arabian American Oil Company-) adlı petrol şirketi aracılığıyla 1 Mayıs 1939’da İran Körfezi’ndeki Ras Tamura derin suyolunu kullanarak Arap petrolünü uluslararası piyasaya aktarmaya başlaması bölgedeki dengeleri de değiştirmeye başlayacaktır. Suudi petrolünün egemenliği ABD’nin eline geçmiştir. Sıra diğer petrol yataklarına da gelecektir. 2. Dünya Savaşı ortalarında Başkan Rooswelt, İngiliz Büyükelçisi Lord Halifax’a bölüşüm durumunu açıklamıştı. “İran petrolü sizin. Irak ve Kuveyt petrolüne ortağız. Suudi Arabistan petrolü ise bizim.” (Robert Dreyfuss, The Devil’s Game, New York 2005, s 69, aktaran Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 174)

Osmanlı güney topraklarındaki tüm Arap-İslam hareketlerinin arkasında birebir İngiliz ajan ve politikacılarının parmağı olduğu çok açıktır. Emperyalizmin Türkiye üzerindeki tezgâhları, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da sürecek, birçok önemli olayda onların parmağı olacaktır. 1930 yılında yayınlanmış bir Komintern belgesinden Türkiye politikasındaki kararsızlıkları ve emperyalist etkileri izleyebilmek mümkündür. Komintern’in Londra muhabiri 5 Ağustos 1930 tarihli Internationale Press gazetesine şunları yazmış: “Türkiye ve İran’da patlak veren ve Kuzey Irak’ta ‘Kürdistan’a Özgürlük’ sloganı altında çıkma eğilimi gösteren bu ayaklanmalar, İngiltere tarafından kışkırtılmış, silahlandırılmış ve finanse edilmiştir.” (Komintern Belgelerinde Türkiye-3, s 53)

Ayaklanmalar, 30’lu yıllardan başlayarak iktidar yapısı içerisindeki düşünce ayrılıklarını körükleyen, ayrışmaya doğru götüren bir etken olarak da işlev görmüştür. “Bu ülkeyi yeniden yarı-sömürge yapmaya çalışan emperyalist heveslere karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda Halk Partisi önderliği içinde kararsızlık belirdi. Kürt isyanı, uzlaşma yanlısı unsurların konumunu güçlendiren bir etkendi. Sosyal durum, yaşam koşulları ve Türkiye ile İran arasındaki bölgenin durumundan kaynaklanan ve emperyalizm tarafından kurnazca kullanılan Kürt isyanı, salt Türkiye’nin mali ve iç politik durumunu ağırlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda dış politika durumunu da karmaşıklaştırdı. (…) Bu olayların tümü, Kemalistler’in ikircikli kesimini kaçınılmaz olarak etkileyecek ve açık gericiliğin konumunu güçlendirecektir. Bugüne değin dışa karşı birlik halinde gözüken Kemalist cephenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanan bir panik havası doğdu.

Burada anlamlı bir farklılık görüyoruz. Kürt isyanı 1925 yılında köktenci unsurların güçlenmesine yol açtı ve yalpalayan kesimlerin iktidardan uzaklaştırılması sonucunu getirdi. Kemalistler daha sıkı kenetlendiler. Bugün ise tam tersi bir etki görüyoruz. Kemalist saflar bölünüyor ve Batı ile uzlaşma yanlıları daha güçlü bir çaba içindeler.” (Internationale Presse-Korrespondenz, 22 Ağustos 1930, sayı 71, s 1729-1730, Komintern Belgelerinde Türkiye-2, s 42)

Batı ile uzlaşma yanlıları Mustafa Kemal’in kendisini geriye çektiği son yıllarının bitmesini bekleyecekler ve onun ölümünden hemen sonra Batı ile bütünleşmeye, finans kapital egemenliğinin bir parçası olmaya koşacaklardır.

 

“Milli Şef”in başlattığı peykçilik…

Atatürk’ün ölümüyle birlikte iktidara geçen “Milli Şef” Atatürk’ün izlediği Batılılaşmacı politikada yöntem değişikliği yapacak, Niyazi Berkes’in “Batı peykçiliği” olarak nitelendirdiği ve bugüne kadar sürecek olan başka bir kulvara geçecektir. 1939 yılında önce İngiltere ve Fransa’yla “Üçlü İttifak Antlaşması” imzalanacaktır. Mustafa Kemal sağlığı boyunca bu tür antlaşmalardan hep uzak kalmış, emperyalist Batı ülkeleriyle bir kağıdın altına imza atmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında, Batı ülkelerinden birisinin “himayesini” kabul etme önerileri tartışılırken oldukça sıkıntılıdır… “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.” (Atatürk’ten aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 2. Cilt, s 1696)

Atatürk, Batı emperyalizminin Doğu politikalarının Türkiye üzerinden geçmekte olduğunu, Türkiye’nin geleceğinin de bu açıdan çok önemli olacağını çok önceden görmüştür… “Bana göre Türkiye, Doğu ve Batı dünyasının sınırındaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu durum, bir yanı ile yararlı iken, diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğu’ya yayılmasını durdurabileceğimiz için, Türkiye’yi öncü olarak gören Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan, bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü, Doğu’ya yönelen saldırıların bütün ağırlığı, öncelikle bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor. (…) Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.” (Emin Değer, Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 30. 07. 2000, Sayı 24, s 4, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 124)

Atatürk’ün ölümünden sonra, 12 Mayıs 1939 tarihinde İngiltere ile imzalanmış bir “deklarasyon”dan sonra Dışişleri Bakanı Şürkü Saraçoğlu, İngiliz Büyükelçisi’ne, “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini” söyleyecektir (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3. Cilt, s 1482).

“Milli Şef”in peykçi politikalarının ilk ürünü ABD ile imzalanan ve ABD’ye oldukça önemli ayrıcalıklar tanıyan anlaşma olmuştur. 1 Nisan 1939 tarihli bu anlaşma ile ABD’ye “gerek ithalat ve ihracatta gerek diğer konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü” tanınmıştı. ABD sanayi malları için %12 ile %88 arasında değişen gümrük indirimi kolaylığı sağlanmaktadır (Prof. Dr. Memduh Yaşa, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, Akbank Kültür Yayınları, 1980, s 611, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 135).

Mustafa Kemal’in ölümü, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle arka arkaya ikili anlaşmalara girdiği, koşullu yardımlar karşılığı kendi iç politikasında da Batılı ülkelere önemli ödünler verdiği yeni bir dönemin başlangıcı gibidir. 14 Şubat 1947 Dünya Bankası, 11 Mart 1947 IMF, 22 Nisan 1947 Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948 Marshall Planı, 18 Şubat 1952 NATO ile ilgili anlaşmalar Türkiye’nin hem dış hem iç politikalarının ana belirleyicileri olacaktır.

27 Şubat 1946 tarihinde ABD ile yapılan bir ikili anlaşma ile ABD’den kullanılmış silah ve eski savaş malzemelerinin satın alınması koşuluyla 10 Milyon Dolar kredi alınmıştır. ABD Hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat da vermemektedir (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yay, s 31, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 127).

23 Haziran 1954 tarihli “Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşması” ile, Amerikalılar’a vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarının yetki alanı dışında kalma olanağı sağlayan, kapitülasyonları bile gölgede bırakacak haklar veriliyordu (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yay, s 278, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 129).

Borç borcu kışkırtacak, demiryolu yapımının ve uçak üretiminin durdurulması, petrol arama haklarının devri ile birçok konudaki politika, borç alınan Batı’nın arzusu doğrultusunda gerçekleşecektir.

Kültür ve eğitim alanı da Batı dünyasının, özellikle de ABD’nin at oynattığı bir alan olacaktır. 27 Aralık 1949’da ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” imzalanmıştır. Bu anlaşma ile ülkeler karşılıklı olarak öğretim üyesi, öğrenci eğitimi için gönderilecek personelin yol, araştırma, eğitim ücretlerini karşılamayı üstlenmişlerdir. Oluşturulacak komisyonun başkanı ABD Dışişleri tarafından atanacak, bu işler için ayrılacak paralar yine ABD Dışişleri tarafından atanacak bir “depoziter” gözetiminde bankaya yatırılacaktır. Para kaynağı olarak da 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanmış borç anlaşmasının T.C. Hükümeti tarafından ödenen faizleri kullanılacaktır.

ABD’den Türkiye’ye “eğitim görmek” için kaç kişinin gelmiş olduğu pek bilinmemektedir ama Türkiye Cumhuriyeti kendi parasıyla ABD’de okuttuğu, doktora yaptırdığı yüzlerce, binlerce kişiye büyük kaynaklar ayıracak ve ABD’de yetişmiş bu insanlar Türkiye politikalarının kilit noktalarında görevler alacaklardır.

1924 yılında eğitim sorunlarının çözümü için Türkiye’ye çağrılmış ABD’li uzman John Dewey, aradan onlarca yıl geçtikten sonra Köy Enstitüleri’ni görünce “hayalimdeki eğitim kurumları Türkiye’de kuruldu” demiş olsa da, Köy Enstitüleri kapatılacak, eğitim ABD’li uzmanların eline teslim edilecektir. Bizimkilerin aradığı Dewey gibi namuslu bilim adamları değil, kendileriyle ülke zenginliklerinin üleşiminde pay ortağı olacak Şarkiyatçı tipler, CIA, AID, NED uzmanlarıdır…

1968 yılında Türkiye’deki “Amerikan Yardım Teşkilatı” (AID) çalışmalarını denetlemek üzere gönderilmiş Richard Podol, verdiği raporda şunları yazıyor: “Yirmi yıldan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı, bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da İktisadi Devlet Teşekkülü (bugünkü adıyla KİT) hemen hemen kalmamıştır. Genel Müdür ve Müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir.” (Emin Değer, Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı, Tekin Yay., s 175, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 134)

Podol’un beklentileri boş çıkmamış, 21. Yüzyıl başında Türk hükümetlerinin bakanları arasında da ABD eğitimli olanlar çoğunluğu ele geçirmeye aday olmuşlardır!

 

23 Ağustos 2013, Alper AKÇAM

Fotoğraf: Tonguç Baba'ya koşan Enstitülü öğrenciler...

 

“ANADOLU RÖNESANSI ESAS DURUŞTA”DAN

BUGÜNE IŞIK;

emperyalizmin siyah kanı: petrol…

Yalnızca Osmanlı coğrafyası değil, Mısır, Arap Yarımadası ve diğer Müslüman topraklar da Napolyon döneminden başlayarak önce Fransız, arkasından İngiliz casusluk ve politik çalışmalarının birbiriyle yarıştığı, yabancı orduların arka arkaya işgal ettiği petrol bölgeleri olagelmiştir. Mustafa Kemal’in 20. Yüzyıl başlarında tanığı olduğu gelişmelerden birisi de 1927 yılında Vahabi Suudi Krallığı’nın kuruluşunda İngiliz emperyalizminin açıkça rol almış olmasıdır.

Suudi Krallığı’nın oluşum sürecinde, İngiltere adına Lozan görüşmelerine katılmış Dışişleri Bakanı Lord Curzon,(“Kıdemli milletvekili, Lord Salisbury’nin eski özel sekreteri, eski İrlanda İşleri Bakanı, eski İskoçya Bakanı, eski Başbakan” (Şarkiyatçılık, s 41) Lord Balfour Edward, ünlü tarihçi Arnold Toynbee, arkeolog ve Oryantalist David George ile Churchill yer almışlardır (Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 105).

Suudi Arabistan, daha sonra İslamcı hareketlerin dünyaya yayıldığı, şeriat konusunda ödün vermeyen, acımasız bir krallık olarak tarih sahnesinde yer alacaktır. Müslüman Kardeşler örgütünün önderi Banna’nın hocası Raşit Rida, Mısır’da İngilizler’in desteğiyle yayınladığı haftalık Işık Evi dergisinde şöyle yazacaktır: “Arabistan’da İbni Suud’un Vahhabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük Müslüman gücü olmuştur. Bu hükümet, din düşmanlığı ve zararlı yenilikleri kabul etmeyen ve Sünnete yardımcı olacak bir güçtür.” (Robert Dreyfuss, The Devil’s Game, New York 2005, s 39, aktaran, Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 108)

ABD’nin ARAMCO (Bu firma şimdi SAUDİ ARAMCO adını kullanmaktadır - Arabian American Oil Company-) adlı petrol şirketi aracılığıyla 1 Mayıs 1939’da İran Körfezi’ndeki Ras Tamura derin suyolunu kullanarak Arap petrolünü uluslararası piyasaya aktarmaya başlaması bölgedeki dengeleri de değiştirmeye başlayacaktır. Suudi petrolünün egemenliği ABD’nin eline geçmiştir. Sıra diğer petrol yataklarına da gelecektir. 2. Dünya Savaşı ortalarında Başkan Rooswelt, İngiliz Büyükelçisi Lord Halifax’a bölüşüm durumunu açıklamıştı. “İran petrolü sizin. Irak ve Kuveyt petrolüne ortağız. Suudi Arabistan petrolü ise bizim.” (Robert Dreyfuss, The Devil’s Game, New York 2005, s 69, aktaran Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam, s 174)

Osmanlı güney topraklarındaki tüm Arap-İslam hareketlerinin arkasında birebir İngiliz ajan ve politikacılarının parmağı olduğu çok açıktır. Emperyalizmin Türkiye üzerindeki tezgâhları, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da sürecek, birçok önemli olayda onların parmağı olacaktır. 1930 yılında yayınlanmış bir Komintern belgesinden Türkiye politikasındaki kararsızlıkları ve emperyalist etkileri izleyebilmek mümkündür. Komintern’in Londra muhabiri 5 Ağustos 1930 tarihli Internationale Press gazetesine şunları yazmış: “Türkiye ve İran’da patlak veren ve Kuzey Irak’ta ‘Kürdistan’a Özgürlük’ sloganı altında çıkma eğilimi gösteren bu ayaklanmalar, İngiltere tarafından kışkırtılmış, silahlandırılmış ve finanse edilmiştir.” (Komintern Belgelerinde Türkiye-3, s 53)

Ayaklanmalar, 30’lu yıllardan başlayarak iktidar yapısı içerisindeki düşünce ayrılıklarını körükleyen, ayrışmaya doğru götüren bir etken olarak da işlev görmüştür. “Bu ülkeyi yeniden yarı-sömürge yapmaya çalışan emperyalist heveslere karşı nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda Halk Partisi önderliği içinde kararsızlık belirdi. Kürt isyanı, uzlaşma yanlısı unsurların konumunu güçlendiren bir etkendi. Sosyal durum, yaşam koşulları ve Türkiye ile İran arasındaki bölgenin durumundan kaynaklanan ve emperyalizm tarafından kurnazca kullanılan Kürt isyanı, salt Türkiye’nin mali ve iç politik durumunu ağırlaştırmakla kalmadı, aynı zamanda dış politika durumunu da karmaşıklaştırdı. (…) Bu olayların tümü, Kemalistler’in ikircikli kesimini kaçınılmaz olarak etkileyecek ve açık gericiliğin konumunu güçlendirecektir. Bugüne değin dışa karşı birlik halinde gözüken Kemalist cephenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanan bir panik havası doğdu.

Burada anlamlı bir farklılık görüyoruz. Kürt isyanı 1925 yılında köktenci unsurların güçlenmesine yol açtı ve yalpalayan kesimlerin iktidardan uzaklaştırılması sonucunu getirdi. Kemalistler daha sıkı kenetlendiler. Bugün ise tam tersi bir etki görüyoruz. Kemalist saflar bölünüyor ve Batı ile uzlaşma yanlıları daha güçlü bir çaba içindeler.” (Internationale Presse-Korrespondenz, 22 Ağustos 1930, sayı 71, s 1729-1730, Komintern Belgelerinde Türkiye-2, s 42)

Batı ile uzlaşma yanlıları Mustafa Kemal’in kendisini geriye çektiği son yıllarının bitmesini bekleyecekler ve onun ölümünden hemen sonra Batı ile bütünleşmeye, finans kapital egemenliğinin bir parçası olmaya koşacaklardır.

 

“Milli Şef”in başlattığı peykçilik…

Atatürk’ün ölümüyle birlikte iktidara geçen “Milli Şef” Atatürk’ün izlediği Batılılaşmacı politikada yöntem değişikliği yapacak, Niyazi Berkes’in “Batı peykçiliği” olarak nitelendirdiği ve bugüne kadar sürecek olan başka bir kulvara geçecektir. 1939 yılında önce İngiltere ve Fransa’yla “Üçlü İttifak Antlaşması” imzalanacaktır. Mustafa Kemal sağlığı boyunca bu tür antlaşmalardan hep uzak kalmış, emperyalist Batı ülkeleriyle bir kağıdın altına imza atmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında, Batı ülkelerinden birisinin “himayesini” kabul etme önerileri tartışılırken oldukça sıkıntılıdır… “İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye’nin kaçınılmaz olarak köleleştirilmesi anlamına gelecektir.” (Atatürk’ten aktaran Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 2. Cilt, s 1696)

Atatürk, Batı emperyalizminin Doğu politikalarının Türkiye üzerinden geçmekte olduğunu, Türkiye’nin geleceğinin de bu açıdan çok önemli olacağını çok önceden görmüştür… “Bana göre Türkiye, Doğu ve Batı dünyasının sınırındaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu durum, bir yanı ile yararlı iken, diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğu’ya yayılmasını durdurabileceğimiz için, Türkiye’yi öncü olarak gören Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan, bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü, Doğu’ya yönelen saldırıların bütün ağırlığı, öncelikle bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor. (…) Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz.” (Emin Değer, Müdafaa-i Hukuk Dergisi, 30. 07. 2000, Sayı 24, s 4, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 124)

Atatürk’ün ölümünden sonra, 12 Mayıs 1939 tarihinde İngiltere ile imzalanmış bir “deklarasyon”dan sonra Dışişleri Bakanı Şürkü Saraçoğlu, İngiliz Büyükelçisi’ne, “Türkiye’nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini” söyleyecektir (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, 3. Cilt, s 1482).

“Milli Şef”in peykçi politikalarının ilk ürünü ABD ile imzalanan ve ABD’ye oldukça önemli ayrıcalıklar tanıyan anlaşma olmuştur. 1 Nisan 1939 tarihli bu anlaşma ile ABD’ye “gerek ithalat ve ihracatta gerek diğer konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü” tanınmıştı. ABD sanayi malları için %12 ile %88 arasında değişen gümrük indirimi kolaylığı sağlanmaktadır (Prof. Dr. Memduh Yaşa, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ekonomisi, Akbank Kültür Yayınları, 1980, s 611, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 135).

Mustafa Kemal’in ölümü, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle arka arkaya ikili anlaşmalara girdiği, koşullu yardımlar karşılığı kendi iç politikasında da Batılı ülkelere önemli ödünler verdiği yeni bir dönemin başlangıcı gibidir. 14 Şubat 1947 Dünya Bankası, 11 Mart 1947 IMF, 22 Nisan 1947 Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948 Marshall Planı, 18 Şubat 1952 NATO ile ilgili anlaşmalar Türkiye’nin hem dış hem iç politikalarının ana belirleyicileri olacaktır.

27 Şubat 1946 tarihinde ABD ile yapılan bir ikili anlaşma ile ABD’den kullanılmış silah ve eski savaş malzemelerinin satın alınması koşuluyla 10 Milyon Dolar kredi alınmıştır. ABD Hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat da vermemektedir (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yay, s 31, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 127).

23 Haziran 1954 tarihli “Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşması” ile, Amerikalılar’a vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarının yetki alanı dışında kalma olanağı sağlayan, kapitülasyonları bile gölgede bırakacak haklar veriliyordu (Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yay, s 278, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 129).

Borç borcu kışkırtacak, demiryolu yapımının ve uçak üretiminin durdurulması, petrol arama haklarının devri ile birçok konudaki politika, borç alınan Batı’nın arzusu doğrultusunda gerçekleşecektir.

Kültür ve eğitim alanı da Batı dünyasının, özellikle de ABD’nin at oynattığı bir alan olacaktır. 27 Aralık 1949’da ABD ile Türkiye Cumhuriyeti arasında “Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma” imzalanmıştır. Bu anlaşma ile ülkeler karşılıklı olarak öğretim üyesi, öğrenci eğitimi için gönderilecek personelin yol, araştırma, eğitim ücretlerini karşılamayı üstlenmişlerdir. Oluşturulacak komisyonun başkanı ABD Dışişleri tarafından atanacak, bu işler için ayrılacak paralar yine ABD Dışişleri tarafından atanacak bir “depoziter” gözetiminde bankaya yatırılacaktır. Para kaynağı olarak da 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanmış borç anlaşmasının T.C. Hükümeti tarafından ödenen faizleri kullanılacaktır.

ABD’den Türkiye’ye “eğitim görmek” için kaç kişinin gelmiş olduğu pek bilinmemektedir ama Türkiye Cumhuriyeti kendi parasıyla ABD’de okuttuğu, doktora yaptırdığı yüzlerce, binlerce kişiye büyük kaynaklar ayıracak ve ABD’de yetişmiş bu insanlar Türkiye politikalarının kilit noktalarında görevler alacaklardır.

1924 yılında eğitim sorunlarının çözümü için Türkiye’ye çağrılmış ABD’li uzman John Dewey, aradan onlarca yıl geçtikten sonra Köy Enstitüleri’ni görünce “hayalimdeki eğitim kurumları Türkiye’de kuruldu” demiş olsa da, Köy Enstitüleri kapatılacak, eğitim ABD’li uzmanların eline teslim edilecektir. Bizimkilerin aradığı Dewey gibi namuslu bilim adamları değil, kendileriyle ülke zenginliklerinin üleşiminde pay ortağı olacak Şarkiyatçı tipler, CIA, AID, NED uzmanlarıdır…

1968 yılında Türkiye’deki “Amerikan Yardım Teşkilatı” (AID) çalışmalarını denetlemek üzere gönderilmiş Richard Podol, verdiği raporda şunları yazıyor: “Yirmi yıldan beri Türkiye’de faaliyette bulunan yardım programı, bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk’ün bulunmadığı bir bakanlık ya da İktisadi Devlet Teşekkülü (bugünkü adıyla KİT) hemen hemen kalmamıştır. Genel Müdür ve Müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir.” (Emin Değer, Düşünce Özgürlüğü Çıkmazı, Tekin Yay., s 175, aktaran Metin Aydoğan, Türkiye Üzerine Notlar, s 134)

Podol’un beklentileri boş çıkmamış, 21. Yüzyıl başında Türk hükümetlerinin bakanları arasında da ABD eğitimli olanlar çoğunluğu ele geçirmeye aday olmuşlardır!

 

 

23 Ağustos 2013, Alper AKÇAM

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA