23 Nisan 1920-23 Nisan 2019: 99 yıldır cevap bekleyen soru: Egemenlik kimindir?


Bu makale 2019-04-26 06:30:43 eklenmiş ve 242 kez görüntülenmiştir.

23 Nisan 1920-23 Nisan 2019: 99 yıldır cevap bekleyen soru: Egemenlik kimindir?

 

Aslında bu sorunun cevabı 1921’den günümüze kadar yapılan bütün anayasalarda var: Dolayısıyla eğer anayasa esas alınırsa, böyle bir soru da anlamını yitirmektedir. İşte sorun da buradan başlıyor.

 

TBMM ve resmi kurumlar başta olmak üzere birçok yerde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü yazılıdır. İlkokuldan üniversiteye kadar bütün eğitim-öğretim kurumlarında beyinlere dikte edilen cümle de budur. Bu söz teorik de olsa aynı zamanda bağlayıcı bir hükümdür. Fakat pratikte bunun bir karşılığı var mı, işte hala ilk gündeki gibi cevabı verilemeyen soru budur. Çünkü bu sorunun sorulması kadar dikte edilenden farklı bir cevap verilmesi de ciddi bir bedel gerektirir.

 

Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ülkelerde işleyiş şöyledir: Önce işinin ehli olan şahsiyetler tarafından toplumun temel değerleri de esas alınarak bir anayasa hazırlanır. Akabinde de bu anayasa halkın iradesine arz edilir. Eğer halkın çoğunluğu hiçbir etki ve baskı altında kalmadan kendi özgür iradesiyle “evet” derse, o ülkede milletin egemenliği kayıtsız ve şartsız bir şekilde tecelli etmiş demektir. Bildiğimiz gibi, Türkiye’deki bazı anayasalar TBMM tarafından yapıldılar ve bazıları da hazırlandıktan sonra halkın onayına sunulup, bir bakıma kabul ettirildiler. Ancak bunların herhangi birinin milletin iradesinin tecellisi olduğunu söylemek mümkün değildir! Daha açık bir ifade ile hiçbiri milletin özgür iradesinin tecellisi değildir. Atatürk’ün, bazı ilkeleri halka rağmen anayasaya koyması ve gerek görüldüğünde zor kullanılması gibi durumlar mevcut. Tabi Halefleri de bu kez Atatürk adına aynı yönteme başvurmaktan geri kalmamışlardır.

 

Türkiye’de egemenliğin hiçbir zaman milletin olmadığı iddiasını doğrulayan diğer delil de, anayasaya konulan, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleridir. Seçimle gelmiş bir hükümet bile, anayasaya bir eklemede veya çıkarmada bulunmak yahut bir maddeyi değiştirmek isterse, bunları bu “değiştirilemez” maddelerin ruhuna uygun yapmak zorundadır. Çünkü bu maddeler milletin ve onu temsil eden hükümetin iradesinin de üstündedir. Dikkat edilirse, burada bir kutsallık vardır. Kutsallığın her zaman bir dinden geliyor olması veya bir dine dayandırılması gerekmez. Bazen kimi şahıslar –Nemrut ve Firavun gibi-kendilerini kutsal olarak dayatırken, bazen de insanlar inandıkları kişileri kutsarlar. Toplumlar da kendi hayatlarını bazen ihtiyari olarak bazen de dayatmalar sonunda zorunlu olarak kutsal gördükleri şeylere göre düzenlerler. Bu ve benzeri nedenlerden ötürüdür ki, kimi topluluklar anayasalarını inandıkları dine-ilaha dayandırırken, kimileri de aralarından çıkan bazı şahıslara ve o şahısların öğretilerine-yasalarına dayandırırlar. Her halükarda önemli olan, bir ülkedeki anayasanın oradaki halkın iradesinin bir tecellisi mi veya onun iradesine rağmen mi olduğudur. Bunun da sağlaması kolaydır. Şöyle ki: Çoğunluğu Yahudi, Hristiyan, Müslüman veya Atatürkçü yahut Budist olan bir toplumda eğer anayasa kısmen dahi olsa o toplumun temel inançlarına aykırı ise, orada bir çelişki var demektir ve dolayısıyla halkın egemenliğinden söz edilemez. Çünkü hiçbir toplum kendi inancını ve temel değerlerini dışlayan bir anayasayı gönül rızasıyla onaylamaz.

 

Yani bunu iddia edenler yalan söylüyordur. Türkiye’de de egemenliğin kayıtsız ve şartsız kime ait olduğu bu yöntemle

öğrenilebilir.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

 

Müslümanların iktidarı neden adaletin de iktidarı olmuyor?

 

Bu başlık, Berlin’de yaşayan sevgili İlhami Büyükbaş’ın “Müslümanlar kendileri iktidar olmakla kalmamalı, asıl İslam’ı iktidar yapmalılar” sözünden mülhemdir. Dünya Müslümanları olarak ivedilikle tartışmamız gereken bir sorudur bu.

 

Haçlıların bugünkü temsilcileri olan küresel güçlerin dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlara yönelik çok yönlü saldırıları Müslümanlara nefes aldırmıyor. Bildiğimiz gibi, bu saldırıların ilk evresi Devleti’nin yıkılması ile tamamlanmış ve İslam dünyası işgal edilmişti. Müslümanlar mı işgalcileri kovdular, işgalciler mi amaçlarına ulaştıkları yerlerden çekildiler, ayrıca tartışılması gereken sorulardandır. Ama sınırlarımızı onlar çizdiler… Bize tahakküm edecek rejimleri onlar kurdular… Hatta krallarımızı, başkanlarımızı ve cumhurbaşkanlarımızı doğrudan veya dolaylı olarak onlar seçtiler. O günlerden bu güne kendi ülkelerinin daha müreffeh olması yönünde çabası olan liderleri de darbelerle, suikastlarla veya başka yollarla etkisiz hale getirdiler. Bunda daha da ileri giderek, kendilerine uşaklıkta kusur etmeyen liderleri bile zamanı geldiğinde ibretiâlem bir şekilde ortadan kaldırdılar. Bugün de hangi ülke bu küresel güçlerin yörüngesinden çıkma emareleri gösterirse, dışarıdan askeri müdahalelerle, içeride çıkardıkları kargaşalarla ve yaptıkları darbelerle ona diz çöktürünceye kadar saldırılarını sürdürüyorlar. Bunun en bariz örneği Türkiye’dir.

 

Son yıllardaki stratejileri ise, şahit olduğumuz gibi, İslam dünyasını bir yandan fiziki olarak, yani şehirlerini ve fabrikalarını yıkmak iken, bir yandan da o ülkelerde süresiz ama kontrollü bir kaos ortamı oluşturmaktır. Tabii, bütün bunları mümkün olduğunca kendi askerlerinin burnunu bile kanatmadan gerçekleştiriyorlar. Çünkü onların emellerine hizmet etmeye teşne olan ülkeler ve liderler olduğu gibi, onların Müslümanlardan devşirdikleri örgütler bu ihtiyaçlarına cevap veriyor. Küresel güçlerin anlık kan döktükleri ve yakıp yıktıkları yerler ise, ülkeler ise, Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerdir. Golan Tepeleri’nin ilhakı ve Sudan’da darbe gibi eylemler de araya sıkıştırdıkları sıradan işlerdendir artık.

 

Ama bilelim ki, onların başarılı olmalarında biz Müslümanların payı oldukça büyüktür. Çünkü İslam dünyası onların bu kirli işleri için oldukça mümbittir; ırkçılık, mezhepçilik ve envaiçeşit cehalet kol geziyor! Gerçi bu yeni bir şey değil… Merhum Akif’in yüz küsur yıl önce tasvir ettiği hali şimdi aynısıyla ve hatta fazlasıyla yaşıyoruz: Cehalet, tefrika, milliyetçilik, geri kalmışlık, ümitsizlik vd.

 

Bugün rejimleri değişik de olsa 60’tan fazla İslam Ülkesi var. Ama anayasasının Kur’an olduğunu iddia edenler ile Laiklik olduğunu iddia edenler arasında adalet açısından bir fark yoktur. Düşünün, istisnaları bir yana, İslam ülkelerinin liderleri Müslüman, parlamenterleri Müslüman, yukarıdan aşağıya kurumların amirleri, başkanları ve müdürleri Müslüman! Ancak buna rağmen adaletiyle tanımlayabileceğimiz bir tane İslam ülkesi yoktur! Her ülkede, her şehirde ve her beldede adil idareleriyle, hakka riayetleriyle ve kısaca dürüstlükleriyle öne çıkan idareciler neredeyse yok denecek kadar azdır.

 

Dünya devletleri arasında da adalet, refah, güvenlik ve barış gibi değer bakımından saygın bir yerde değiliz maalesef. Bir toplum için bundan daha büyük bir musibet ve biz Müslümanlar için bundan daha büyük bir zillet olur mu?

 

Burada ilk akla gelenler doğal olarak âlimlerimiz ve aydınlarımızdır. Çünkü toplumların ifsadında da iflahında da öncü güç âlimler ve aydınlardır. Anlaşılan o ki, nasıl ki idarecilerimizin Müslümanlıkları çoğunlukla dilde ise, âlimlerimizin Müslümanlıkları da çoğunlukla kürsülerdeki vaazlarıyla sınırlıdır. Örneğin, âlimlerimiz kürsülerde “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözünü haykırırken, kaç tanesi bu sözü kendilerine de ayna yapıyor acaba? Ebu Hanife’yi anlatanlar ve Ebu Hanife’nin mezhebinden olanlar neden kendileri de bir Ebu Hanife olmaktan özenle kaçarlar?

 

Aydınlarımız da ümit vermiyor! Nerdeyse hepsi iktidarların gerisinde, yörüngesinde ve gölgesindeler. Sorunlarımıza çözüm bulacak kadar donanımlı değiller. Âlimlerimiz ve aydınlarımız topluma öncülük yapacaklarına, adeta topluma ayak bağı oluyorlar. Sonuçta ne düşünsel anlamda, ne toplumsal barışı sağlamada, ne toplumu daha güvenli hale getirmede ve ne de çok yönlü kalkınmada kendilerinden beklenen katkıyı sunamamaktadırlar.

 

Sanımız, ünümüz ve konumumuz ne olursa olsun, her birimiz İslam’ı yaşadığımız oranda İslam’ın hayatımıza ve ülkelerimize hâkimiyetini-iktidarını sağlamış oluruz. Söylem ve eylemlerimizle yukarıda değindiğim emperyalistlerin değirmenine su taşıdığımız sürece öğütülenler biz olacağız, tecavüze uğrayanlar biz olacağız ve zillet içinde yaşayanlar biz olacağız. Bu bilinci yakalayamadığımız ve bu bilinçle yaşamadığımız sürece, değil bulunduğumuz İslam ülkelerinde İslam’ı iktidara taşımak, o iktidarların İslam’ı istedikleri gibi istismar etmelerine de engel olamayacağız!

 

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Kürtler, ölümü değil, hayatı seçiniz!

 

Geçen haftaki yazıda da belirttiğim gibi, bu, Kürtlerin en zor seçimidir. Çünkü önümüzdeki Pazar günü sadece belediye başkanlarını seçmiş olmayacaklar, uzun vadede hayatı veya ölümü de seçmiş olacaklar.

 

Önce kuruluş sıralarına göre şimdiki partilerin Kürt sicillerine göz atalım.

 

CHP: Kürtleri inkâr, imha ve asimilasyon politikalarının mimarı ve katliamlardan, idamlardan sürgünlere ve faili meçhul olaylara kadar baş aktör veya suç ortağı. Ak Parti’nin başlattığı çözüm süreci bağlamında yaptığı olumlu düzenlemelere de karşı çıkan CHP, yaptıklarının hiçbirinden dolayı zerre kadar bir pişmanlık duymadığı, bir özeleştiri yapmadığı ve bir özür dilemediği halde bugün Kürtlerin oylarına taliptir.

 

MHP: Rejimin inkâr politikalarını onaylamıştır, ama CHP gibi sicilinde Kürtlere yönelik katliam yoktur. Bu durum MHP’den ayrılan İP için de geçerlidir.

 

HDP: PKK’nın siyasi kanadı olup, toplumsal baskıyı boşa çıkarmak için yaptığı kimi yüzeysel eleştiriler dışında PKK’nın bütün katliamlarını ve dahi iç infazlarını onaylar. Ayrıca PKK’nın Amerika’nın hizmetine girmesinden rahatsız olmadığı gibi, onun Amerika’dan aldığı silahları Türkiye’ye karşı kullanmasından da rahatsız değildir.

 

AKP: Devletin inkâr politikalarına resmiyette son verip, çözüm sürecini başlatmış; TRT Kürdi’yi açmış, bazı üniversitelere Kürtçe bölümler ve MEB müfredatına Kürtçe dersini koymuş ve bazı eserleri Kürtçeye çevirirken, bazılarını da Kürtçe olarak yayınlamıştır.

 

Bildiğiniz gibi, başka partiler de var. Hepsi de iki ayrı ittifak halinde “Kürt kardeşlerinden” oy istiyorlar.

 

Yanlış anlaşılmasın, aklıselim sadece Kürtlerin değil, herkesin ölçüsü olmalıdır. Ama dünyanın neresinde olursa olsun, şöyle bir gerçeklik de var: Egemen güçler tarafından Kürtler gibi inkâr, asimilasyon, katliam vd. zulümlere maruz kalan toplumların sağlıklı düşünme ve aklıselimle muhakeme etme yetileri de büyük hasar görür ve dumura uğrar. Ölümcül hatalar yapmaya ve yaptırılmaya müsait olmaları da bundandır. Bu halden kurtulmanın yolu da akıl, feraset, basiret ve kısaca aklıselimden geçer. Çünkü feraset ile hareket eden bir kişi, kendisini bir delikten iki kez ısırtmaz! Kürtler de şimdi böyle bir durumla karşı karşıyalar.

 

Hatırlayacaksınız, 7 Haziran 2015 seçimlerinde Demirtaş’ın, “PKK'ye silahı AKP değil, HDP bıraktıracak; dağdan indirmeyi biz başaracağız” vaadine inanan Kürtler, 80 milletvekili ile HDP’yi TBMM’ne taşıdılar. HDP, sözünde duracağına, bu emanete hıyanet etti ve Kürtlerin iradesini binlerce Kürt ile birlikte çukurlara gömdü. Sonrası malum…

 

Aynı HDP 4 yıl sonra bir kez daha Kürtlerin kapısını çalıyor ve “barış, çocukları dağdan indirmek ve PKK’ye silah bıraktırmak” türünden vaatlerde de bulunma ihtiyacı duymadan oylarını istiyor. Bununla da yetinmiyor, canlarını da istiyor. Nasıl mı? Çünkü HDP PKK’nin siyasi koludur ve PKK de bir süreden beridir Amerika’nın hizmetine giren bir yapıdır.

 

Amerika mı? İşte burada hepimizin (Arap, Fars, Kürt, Türk ve.) resmin bütününe odaklanmamız gerekiyor. Çünkü askerleriyle, üsleriyle, kültürleriyle, teknikleriyle ve en önemlisi de yerli işbirlikçileriyle ülkelerimizi işgal etmiş bulunan emperyalistler, şimdi de işgalci israil’in sınırlarını muharref Tevrat’ta belirtilen vaat edilmiş toprakları da içine alacak şekilde genişletme planını gerçekleştirmek için harekete geçmiş bulunuyorlar. Bu bağlamda Kürtlere biçtikleri rol ise, ölünceye veya öldürülünceye kadar öldürmektir!

 

Ama ne yazık ki, bazı Kürtler Amerika’nın, İsrail’in ve diğer Batılı güçlerin Kürtlere bir devlet kurduracaklarına inanacak kadar derin bir cehalet ve zillet içindedirler. Halbuki bir anlığına dahi olsun, eğer aklıselim ile düşünebilseler, bu emperyalistlerin nihai hedeflerinin Kürtlere bir devlet kurdurmak değil, Selahaddin’in torunlarına Kürdistan’ı mezar etmek olduğunu anlayacaklardır!

 

Bu oyunları bozmak ve bu zillet halinden kurtulmak için soylu bir mücadele vermek Kürtlerin olduğu kadar şehit kanlarıyla yoğrulmuş bu topraklarda insanca yaşamak isteyen herkesin yükümlülüğüdür. Bunun da yolu belli: Birbirimize zulmetmemek ve zulmün de zalimin de her türlüsüne karşı olmak!

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

 

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

 

 

Kürtlerin en zor seçimi: Kimi ve neyi niçin seçecekler?

 

Bazı dostlar arada bir uyarıyorlar, birçok yazımın konusu Kürtlerdir diye, haksız da değiller. Aslında kendileri de belki yazdığımın birkaç katından daha fazla konuşuyorlar, tartışıyorlar ve değerlendiriyorlar, ama yazı gibi görünür olmadığından, dikkat çekmiyor.

 

Dikkat edilirse, partilerin de propagandalarının merkezinde Kürtler var. Kimileri de her zamanki gibi, inkârcı rejimle yarışırcasına Kürtleri kendi değerlerinden koparmak ve hatta bir adım daha da ileri giderek, onları özelde terör örgütlerine ve genelde de emperyalistlere kazandırmak için çalışıyor. Bütün bunları ve daha fazlasını bilip de susmak olur mu? Gel de yazma…

 

Kürtler için zor bir seçimdir. Çünkü her zamanki gibi, Kürtler yine partilerin kendileri için uygun gördükleri adaylar arasından seçimlerini yapacaklar. Bu adayların da önceliği hiçbir zaman Kürtler, yani sorunları ve haklı talepleri olmamıştır. Her zaman partilerinin politikalarını esas almışlardır.

 

Örneğin, bugünün TBMM’de ne biz özgün Kürt ve ne de bir özgün Alevi var! Her birinin Kürtlüğü ve Aleviliği kendi partisinin izin verdiği ölçüdedir. Yani Kürtlüğünü ve Aleviliğini partisinin kendisine verdiği koltuk ile değişmeyen bir Kürt vekil veya bir Alevi vekil yoktur. Ama kimisi de bu alış-verişi, “Kürtlüğünü ve Aleviliğini partisinin verdiği koltuğa karşılık satmak” olarak görüyor.

 

Sizce şimdiki TBMM’de, Kürtlerin önce kendi aralarında üzerinde uzlaştıkları ve sonra da yakın oldukları partilere önerdikleri bir tane vekil var mı? Hayır! Hepsi de partilerin özenle seçip Kürtlere seçtirdikleridir. Hangi partide olursa olsun, hiçbiri bunun aksini iddia edemez! Örneğin, Ak Parti’deki bir Kürt vekil kendi genel başkanına, “Haşmetli Başkanım! Sizler bu rejimin inkâr, asimilasyon ve imha politikalarına son verip, Kürtlerin varlığını tanıma lütfunda bulundunuz. Bunun için size sonsuz minnettarız! Lakin takdir edersiniz ki, Kürtlerin bir de Kürtçe diye bir lisanları var. “Lisanları Allah’ın birer ayeti olduğuna” iman eden bir şahsiyet olarak, tıpkı Almanya’daki Türkler dillerini öğrensinler diye yüzlerce Türkçe Öğretmeni tayin ettiğiniz gibi, Kürt kardeşlerinizin çocukları dillerini öğrensinler diye, daha kaç yıl beklemeliler ki, birkaç öğretmen tayin etme lütfunda bulunasınız?” diye soramaz! CHP’deki bir Kürt vekil kendi genel başkanına, “Yüce şefim, bu gerici Erdoğan bile Kürtlerin varlığını tanıdı, TRT Kürdi’yi açtı, bazı üniversitelerde Kürtçe eğitimine izin verdi ve hatta bir adım daha ileri gidip, Dersim Olayı’nın, resmi tarihin iddia ettiği gibi bir isyan değil, bir katliam olduğunu iddia edip, özür bile diledi. Bir Dersim’li olarak size göre bu olay nedir? Katliam ise, failleri kimlerdir? Değil ise, neden Erdoğan’a cevap vermiyorsunuz?” diye soramaz! HDP’deki bir Kürt vekil kendi eş başkanlarına, “Sayın eş başkanlarım! Daha ne zamana kadar PKK’nin tıpkı Dahhak gibi her gün gençlerimizden onlarcasının kanını dökmesine sessiz kalacağız? Bu HDP’nin de Kürt kimliğini istismar etmek, Kürtleri değerlerinden koparmak, LGBT ve komünizm gibi şeylerle toplumu ifsat etmek ve Kürt gençlerini özelde terör örgütlerine özendirmek ve genelde emperyalistlere tetikçi yapmaktan başka bir faaliyeti var mı acaba?” diye soramaz. Çünkü koltukları ağır basar ve hangi nimetleri (!) kaybedeceklerini bilirler. Öte yandan diğer partiler de farklı değil.

 

İşte yerel seçimlerde partilerin sergiledikleri umumi manzara bu... Kürtler ne kadar duygusallıktan kendilerini kurtarıp akıl-muhakeme ile hareket edebilirlerse, seçimlerini de o derecede sağlıklı yapmış olurlar. Örneğin, Yani Öte yandan bazıları bana, “dinci isen İran’a git” veya “başını örtmek istiyorsan, Arabistan’a git” yahut “Kürdistan’a git” gibi söylemlerden hareketle duygularına yenik düşüp, çocuklarının Dahhaklarına meyletmektense, illa iki kötüden birini seçmek zorunda olmadıklarını ve her ikisini reddetmenin de bir seçim olduğunu bilmeliler.

 

Bana göre, maruz kaldığımız zulümler bizim vatanımıza olan aidiyet duygumuzu olumsuz yönde etkilememeli, aksine ülkemizi zulümlerden kurtarmak yönünde bilemelidir. Biricik eksiğimiz adalet! Bu da ancak aklıselim ile olur!

 

İşte 31 Mart’ta özelde Kürtlerin ve genelde Türkiye’nin bunu ne ölçüde başardığını göreceğiz…

 

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Başörtülü kardeşlerime: Dinimize ihtimamın ve din kardeşlerimize saygının neresindeyiz?

 

Uzun süredir bu konuyu gündeme getirmeyi kendim için bir yükümlülük olarak gördüm. Hazır Ramazan ayı da yaklaşıyorken, yazayım istedim. Ama günlerdir nereden başlasam ve nasıl başlasam diye düşünüp duruyorum.

 

İlk aklıma gelen şey, birbirimize iyiyi söylemek ve kötüden alıkoymak gibi hayati olan bir konuda iyi bir yerde olmadığımızdır. Oysa Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün peygamberlerin Risaletlerinin özü iyiyi-iyiliği emretmek ve kötüden-kötülükten sakındırmak mücadelesi olmuştur.

 

Fakat bizler bugün öyle bir haldeyiz ki, değil İslam’ı Müslüman olmayanlara tebliğ etmek, birbirimizi dahi dinimize aykırı olan konularda uyarma cesaretini kendimizde göremiyoruz.

 

Hâlbuki “kınayıcıların kınamasından korkmadan” ve ama “hikmet ve güzel söz ile” birbirimizi hakkı ve dahi sabrı tavsiye etmemiz ve kötü olan her şeyden de sakındırmaya çalışmamız gerekir.

 

Dikkat ederseniz, bizde öylesine yanlış bir özgürlük anlayışı yer etmiş ki, bir kardeşimizin bizim bir yanlışımızı göstermesine ve bizi dostça uyarmasına tahammülümüz olmadığı gibi, biz de bir kardeşimizi bir yanlışından dolayı uyarma cesaretini kendimizde göremiyoruz.

 

Biliyorsunuz, bazı semboller var ki, onlar kişiyi şeksiz ve şüphesiz bir şekilde bir yere oturtmaya yeter. Örneğin, başörtüsü bunlardan biridir. Müslümanların dışında da başörtüsünü takan toplumlar vardır. Ama Müslüman kadınların takması, inançlarının emrinden dolayıdır.

 

Öte yandan sakal da bir semboldür, ama başörtüsü gibi değildir. Çünkü her ne kadar kimi Müslümanlar Peygamberin sünneti olduğundan hareketle sakal bıraksa da, sadece hoşuna gittiği için veya başka nedenlerden dolayı sakal bırakanlar da az değil. Dolayısıyla bizim toplum için söyleyecek olursak, sakal kişinin Müslüman olduğunun bir alametifarikası değildir. Ama bizim toplumda başörtülü olmak, kişinin Müslüman olduğunun adeta belgesidir. Yanlış anlaşılmasın diye hemen belirteyim, sakın kimse bu sözlerimden “sakal bırakmayan erkeğin ve başörtüsü takmayan kadının Müslüman olmadıkları” gibi bir sonuç çıkarmasın. Çünkü resmi rakamları esas aldığımızda, sakal bırakmasalar ve başörtüsü takmasalar dahi, toplumumuzun ezici çoğunluğu Müslümandır. Helal ve haramlara riayet ettiğimiz oranda Allah’ın rızasını kazanacağımızı, riayet etmediğimiz oranda da bunun hem dünyada ve hem de ahirette bir cezasının olduğunu biliriz. Uzun sözün kısası, benim bütün bunlardan hareketle gündeme getirmek istediğim şey, inancımızı yaşamada birbirimize ne kadar yardımcı olduğumuzdur. Örneğin, bir din kardeşimizin Allah’ın haram kıldığı fiillerden birini işlediğine şahit olduğumuzda, ne yapıyoruz? Hemen ilişkimizi mi kesiyoruz? Görmezden mi geliyoruz? O fiile ortak mı oluyoruz? Veya onu o kötülükten alıkoymaya mı çalışıyoruz? Tabii, onu bir kötülükten uzaklaştırayım derken kullandığımız yöntem ve dil de önemlidir. Buna azami derecede özen göstermezsek, kişiye yarardan çok zararımız bile dokunabilir.

 

Benim burada asıl paylaşmak istediğim şey, genelde birçok erkek veya kadın Müslüman kardeşimizin ve özellikle başörtülü kardeşlerimizden bazılarının oruç esnasında zerre kadar sakınma ihtiyacı duymadan yemeleri, içmeleri ve sigara tüttürmeleridir. Elbette ki, hem erkek ve hem de kadın için oruç bozmayı gerektiren haller vardır. O hallerde tabii ki oruçlarını bozarlar ve bize de, kendileri için gönülden “afiyet olsun” demek düşer. Ama yine de gönül ister ki, orucun ruhuna uygun davransınlar; illa da oruçlu kardeşlerinin gözlerinin içine baka baka yemekten ve sigaralarının dumanını adeta kardeşlerinin yüzlerine üflemekten sakınsınlar.

 

Dikkat ederseniz, son yıllarda toplum olarak öyle bir açılıp saçıldık ki, artık sokaklarımız başta olmak üzere, ne işyerlerimizde, okullarımızda ve ne parklarımızda ramazanı görmüyoruz, göremiyoruz. Hâlbuki mazeretinden dolayı değil, kasıtlı olarak oruç yiyenlere dahi sorarsanız, birçoğu Müslüman olduğunu söyleyecektir. Buna rağmen nedense, bazıları ısrarla oruç tutmadıklarını görünür kılmaya çalışıyorlar. Bunlara bazı başörtülü kardeşlerimizin de sokakta, okulda, işyerinde veya parkta dâhil olmaları daha bir hazin oluyor. Tekrar edeyim, kimsenin yemesine, içmesine ve sigarasına bir sözüm yok, ama inançlarına saygıya davet etme hakkımız olsa gerek…

 

Bilmek ve görmek istemiyoruz, ama hakikat şu ki, oruç gibi bizi hem ruhen, hem bedenen ve hem de sahip olduğumuz servet üzerinden terbiye eden bir değerimizi günlük hayatımızdan çıkarmış ve sadece doyumsuz iftarlara ve camilerde teravih namazına sıkıştırmışız.

 

Önümüzdeki ramazanı hakkıyla ve layıkıyla ifa etmenin özlemi ve içten duasıyla…

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA