İhanet ile Sadakat terazisinde Türkler ve Kürtler


Bu makale 2017-09-26 06:37:41 eklenmiş ve 526 kez görüntülenmiştir.

İhanet ile Sadakat terazisinde Türkler ve Kürtler

 

Aklıselimin yerini kin ve öfkenin yer aldığı, gözlerin kan çanağına döndüğü, şeytanların zevkten dört köşe olduğu ve silahların çekildiği bir esnada, sesimiz ne kadar duyulur, bilmiyoruz, ama insanlığa karşı duyduğumuz yükümlülüğün ve tabii ki mümin olmamızın bir gereği olarak haykırıyoruz.

 

Yüz yıldan beridir bize yalan bir tarih dayatıldığı ve hafızalarımızı iğfal girişimleri aralıksız devam ettiği için, toplumun kayda değer bir kısmı maalesef tarihinden bihaber olduğu kadar günümüz olaylarını da sağlıklı bir şekilde muhakeme edemiyor.

 

Bunun içindir ki, avamından âlimine, okumamışından akademisyenine kadar çoğu ırkçılık girdabında debelenip durmaktadır. O kadar zelil ve acınası bir haldeyiz ki, aynı safta namaz kılan kimi kardeşlerimiz dahi yekdiğerini ırkçılıkla itham etmekten geri durmuyor, ama “yahu, bize ne oldu, ne oluyor, ne yapıyoruz?” diye el ele, diz dize ve göz göze konuşamıyor.

 

Hal böyle olunca, susmaktansa, dilimizin döndüğünce konuşmalı değil miyiz?

 

Evet, sorumluluğunun bilincindeki bireyler olarak bizler de kimlerin hakkımızda neler söyleyeceklerine ve ne gibi ithamlarda bulunacaklarına aldırmaksızın doğru bildiklerimizi söylemek zorundayız.

 

Sözü geriden alarak deva edelim.

 

Türklerle Kürtlerin karşılaşmalarının, tanışmalarının, kardeş ve dost olmalarının üzerinden bin yıl geçiyor. Kürtler Mezopotamya’nın, diğer adıyla Kürdistan’ın mukim kavmi idiler. Türkler ise Orta Asya’dan Batıya doğru gelen bir kavim idi. Kaderleri Anadolu’da birleşti. O zamanlar ikisi de Müslümandı. Her biri önceki dinlerini bırakıp İslam’a girmişlerdi. Diğer bir ifade İslam ortak payda olmuştu onlar için.

 

Kardeşliklerinin, yoldaşlıklarının, dostluklarının ve sadakatlerinin ilk sınavını 1071’de Malazgirt’te, Bizans ordusuna karşı verdiler. Alparslan’ın ordusunda bulunan binlerce Kürt’ün çoğu belki de Alparslan’ın ne konuştuğu anlamıyordu. Çünkü yeni tanıştıkları için birbirilerinin dillerini bilenlerin sayısı oldukça azdı.

İşte geleceğe, ileriye dolu yolculukları böyle başladı, Türklerle Kürtlerin. Aralarında birbirine kötülük yapanlar ve yekdiğerinin kanını dökenler oldu. Ama inançlarının aydınlığında yollarına devam etmekten geri durmadılar.

 

Sonra bu kervana başkaları katıldı; Araplar, Ermeniler, Rumlar ve daha sonraları Boşnaklar, Arnavutlar, Sırplar ve daha niceleri… Kimileriyle ortak paydaları din ve devlet iken, kimileriyle aynı devletten olmak idi.

 

Onlarca ayrı kavin, onlarca ayrı dil, birçok din ve mezhep ve envaiçeşit kültürler. Hiçbirinin herhangi bir özelliği diğerini rahatsız etmiyordu. Padişahlar da herkesi olduğu gibi tanımaktan zerre kadar tereddüt etmezlerdi. Osmanlı padişahlarının fermanlarında Kürdistan’dan Basra’ya, Kudüs’e, Lazistan’a ve diğer yerlere kadar etnik kimlikler çağrıştıran kavramların anılması kadar doğal bir şey yoktu.

 

Bu yoldaşlık, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar gıpta edilecek bir şekilde devam etti. İşte ne olduysa, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra oldu.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin o zamanki idarecileri, Türkiye’nin içeriden ve dışarıdan düşmanlarının olduğunu; içerideki düşmanın irtica ve bölücülük ve dışarıdaki düşmanın da komünizm olduğunu kamuoyu ile paylaştıklarında, hiç kimse ne olduğunu anlamamış ve sadece birbirilerinin gözlerine bakmakla yetinmişlerdi. Derken kimileri irticai faaliyetlerinden ve kimileri de bölücülük suçlamasıyla ya darağaçlarında sallandırıldı veya bir cinayete kurban edildiler. En kötüsü ise, o zamana kadarki kardeşliklerine ve dostlukların sadakatten başka bir kusuru olmayan on binlerce masum vatandaşı “mürteci” ve- veya “bölücü” katletmeleriydi. Dersim, Zilan Deresi ve daha nice katliamlar birbirinin ardı sıra gerçekleştirildi. İlk savaş uçağımız vatandaşlarımıza karşı kullandırıldı. Mağaralara sığınanlar fare zehriyle öldürüldüler. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar ve tehcir…

 

Ve tabii ki inkâr politikaları! Düşünebiliyor musunuz? Bin yıl boyunca beraber yaşadığınız, kıblenizi ve cephenizi omuz omuza paylaştığınız Kürtler rejim tarafından inkâr ediliyor! Yok sayılıyor. Üniversitelerimiz, vaizlerimiz, siyasilerimiz ve âlimlerimiz Afrika’dan Amerika’ya bir insanlık suçu kadar olarak işlenen ırkçılığı anlatırken, Türkiye’nin inkâr, asimilasyon ve imha politikalarını bundan daha kötü olan n ırkçılığı ya görmezden geliyor veya aktif destekçisi oluveriyordu.

 

Irak, Suriye ve İran rejimlerinin Kürtlere yaptıkları da Türkiye’ninkinden aşağı değildi. Örneğin, Halepçe hala hafızalarda...

Nihayet insafı, izanı ve vicdanı olan biri çıktı da, Kürtlerin var olduğunu ikrar edebildi. Bu, Kürtlerin yok sayıldığı bir Türkiye’de elbette ki bir devrimdir. Ama hakikatin hepsi değil. Kürt varsa dili de olmalı değil mi?

 

Bu konu ile ilgili size sadece bir örnek verdikten sonra, sizi vicdanınızla ve inancınızla baş başa bırakıyorum: Almanya’da Türkler ve Türkiye’de Kürtler…

 

Almanya’da 4 milyon Türk-Türkiyeli kardeşimiz yaşıyor. (Kesin rakamlar için ilgili kaynaklara başvurunuz) Buradaki tarihi geçmişleri sadece 50-60 yıl. Almanlarla dini, tarihi, kültürel ve sosyal bir ortaklıkları yoktur.

 

Ancak Alman Hükümeti Türklerin kendi dillerini öğrenmelerini bir hak olarak tanıyor ve devlet okullarında Türkçe de okutuyor. Bugün Almanya’da sayıları 500’ü bulan Türkçe öğretmeni görev yapmaktadır.

 

Ya Türkiye’deki Kürtler?

 

Kürtler, Anadolu’nun ( en azından bir kısmının) mukim kavmi idiler. Biraz aşağıda, Mezopotamya’da, yani Kürdistan’da ise binlerce yıldan beridir yaşıyorlardı. Türkler ise 1000’li yıllardan itibaren Anadolu’yu yurt edindiler. Ve yukarıda da belirttiğimiz gibi, o tarihten bugüne bu birliktelik devam etti, etmektedir.

 

Kürtlerin Türkiye’deki nüfusu en az 20 milyon değil mi?

 

Peki, sözüm ona Kürtçenin de müfredatta yer aldığı devletin okullarında Kürtçeyi öğreten 20 tane öğretmen var mı?

 

Şimdi soruyorum size: Almanya mı ırkçıdır, Türkiye mi?

 

Dillerini yaşamak ve konuşmak talebinden başka bir suçu olmayan Kürtler mi haindir, yoksa onları inkâr edenler, dillerini yasaklayanlar veya kısıtlayanlar mı?

PKK dün doğdu-ki o da birçok diğer örgüt gibi Eski Türkiye’nin gayri meşru çocuğudur- Kürtler ve Kürtçe binlerce yıldan beridir var. Kürtlerin gasp edilen haklarının iadesini PKK terörün bitmesine kadar elde tutmanın zerre kadar meşru bir yanı var mı?

 

Anladık, bu rejim inkârcıdır, gasıptır ve kan emicidir. Peki, bazı Türk kardeşlerimize ne oluyor ki, hala kendilerine öğretilen “ölünme” korkusunun etkisiyle rejimin yanında durmaktan utanmıyorlar? Sahi, Alparslan, Yavuz, Fatih ve II. Abdulhamid kalksa kime hain diyecek?

 

Peki, ya Atatürk ne der? Bu inkâr politikalarının faili veya mimari kim ki, her gün bizi biraz daha insanlığımızdan, imanımızdan, bin yıllık dostluğumuzdan da ve vicdanımızdan uzaklaştırdığını göre göre alet olmaktan kendimizi kurtaramıyoruz?

 

Allah’ın bütün kullarına doğuştan verdiği dilini gasp edenler, yasaklayanlar ve kısıtlayanlar mı zalim ve bin yıllık dostluğa, kardeşliğe ihanet ediyor, yoksa bu haklarını kullanmak isteyenler mi?

 

Ve Barzani… Severiz veya sevmeyiz. Tanırız veya tanımayız. Kendileri hakkında, kendi gelecekleri hakkında verdikleri kararları tanır veya tanımayız. Bütün bunlar bir tarafa… Bir grubun veya bir partinin aldığı bir karardan dolayı Kürtleri hain, İsrail işbirlikçisi ve daha nice gayri insani sözlerle itham etmek hangi dine ve vicdana sığar?

 

Allah’a gerçekten inanıyorsanız, adil olun ve kardeşliğinizin gereklerini yerine getirin. Yok, eğer başka bir din ve ideolojide iseniz, söz ve eylemlerinizin en azından evrensel insani değerlere göre olması gerekmez mi?

 

Lütfen, aklımızı başımıza alalım. Nasıl ki, Türklerin arasında Gülen gibi hainler varsa, Kürtler arasında da benzer hainler elbette ki var. Ama ize göre, Kürtler birer Selahaddin Eyyubi ve Türkler de birer Alparslan’dır.

 

Türkiye’nin, Irak’ın ve İran’ın devlet yetkililerine sormadan geçemeyeceğim: Sahi, Kürtleri öldürmekten başka bir seçenek yok mu masanızda? Neden kibrinizi ayaklarınızın altına alıp da, Kürtlerle konuşmaktan özenle kaçınıyorsunuz? Neden kurduğunuz her cümlede ya Kürtleri aşağılamak var? Neden kurduğunuz her cümlede Kürtlerin onuruyla oynamak var? Neden her cümlenizde Kürtlerin alnına namlu dayamak var?

Sizler de biliyorsunuz ki, bu sözlerinizi ve tehditlerinizi gerçekleştirdiğinizde, en fazla birer Saddam olabilirsiniz! O zaman payınıza ne düşecek? Kıyamete kadar kesilmeyecek dualar mı, yoksa beddualar mı?

 

Emperyalistler, 100 yıl önce Kürtleri 4 devlet arasında paylaştıklarında, onların oyunlarını bozmak yerine, tam da istedikleri gibi alet olduk. Bize tahakküm eden rejimler Kürtler söz konusu olduklarında insanlıktan çıktılar. Ölen oldu, ölen öldü. Ama gelin artık bunlardan ders çıkaralım ve bir daha düşmanlarımızın bize biçtiği rolü oynamayalım.

 

Sevgili Türk kardeşlerimiz! Her gün kardeşliğimizi ve onurumuzu biraz daha kemiren bu inkarcı, gasıp rejimi sorgulamanın zamanı gelmedi mi?

 

Eğer Kürt kardeşlerimize bir tuzak varsa-ki bana göre de bir tuzak var- bize düşen, Kürtleri bu tuzağa mahkûm mu etmektir, yoksa ondan korumak mı?

 

Daha ne zamana kadar birbirimizle insanca, Müslümanca, kardeşçe ve ümmetçe konuşmamakta direteceğiz?

 

Hani ümmetiz! Hani bin yıldan beridir kardeşiz! Hani devleti insan için yaşatıyoruz!

 

 

Son söz: İnsan isek eğer, insanlığımızın ve Müslüman isek eğer, kardeşliğimizin gereklerini yerine getirmeli değil miyiz?Unutmayalım, önümüzde üç değil, sadece ve sadece iki seçenek var: ya izzet veya zillet! 

Diğer yazıları...
Köşe Yazarları
 ‹ 
 › 
Arşiv Arama
- -
Doğu Haber-Doğu Medya-Doğu Kültür Gazetesi
© Copyright 2013 Dogu Medya -Dogukultur. Tüm hakları saklıdır. Dkm Medya
DKM MEDYA GROUP -1
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
DKM MEDYA GROUP-2
TÜRKİYE-BÖLGE, FİRMALAR- İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA
SERHAT HABERLER
BAĞLANTILARIMIZ
STK-İŞ DÜNYASI MESAJLAR
STK-DERNEKLER
FİRMALAR-İŞ DÜNYASI
DOĞU KÜLTÜR MEDYA